Yıl: 2001/ Cilt: 3 Sayı: 2 Sıra: 4 / No: 76 /     DOI:

Bir Olgu Olarak Küreselleşme
Araş.Gör. Şenol BAŞTÜRK
Uludağ Üniversitesi - İİBF - Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri

Son yirmi yıldır, dünyanın neresinde olursa olsun ekonomik sosyal ve siyasal bütün değerlendirmelerde “küreselleşme” anahtar bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Kavram olarak sadece sosyo – politik çözümlemelerde değil, sinema sektöründen , müzikteki yeni akımlara sanatı, insanların tüketim alışkanlıklarından tutumlarına bütün kültürel dokuları derinlemesine etkilemiştir. Bu anlamıyla küreselleşme, yaşamın olduğu her alana sızmıştır.

Küreselleşme, elde ettiği bu popülarite sayesinde pek çok çözümlemede de merkezi öbek olarak kullanılmıştır. Dar manasıyla, sermaye hareketlerinin dünyanın tümüne yayılması etkisi olarak ifadelendirilebilecek olan küreselleşmenin özellikle teknolojik gelişmelerin paralellerinde dünyayı bir finans piyasasına çevirdiği görülmektedir. “BM İnsani Kalkınma Raporu (HDR)’ ye göre her gün 1.5 trilyon dolardan fazla para el değiştirmektedir. (Bozkurt,2000,s:29)”. Fakat tüm bunlara rağmen küreselleşmeyi sadece finans piyasalarının etkinliğinin artması şeklinde yorumlamak sığ bir bakış açısına sahip olmak demektir. Çünkü “küreselleşme ekonomik olduğu kadar siyasal, teknolojik ve kültürel bir olgudur.(Giddens,2000,s:23)”.

KÜRESELLEŞMENİN ARKEOLOJİSİ:

Aslında basit manasıyla, yani sermayenin etki alanının artması anlamında, küreselleşme, daha Endüstri Devrimi’nin başından itibaren varolan bir olgudur. Örneğin daha 18.yüzyılın başında ünlü iktisatçı A.Smith, “ekonomide bir işbölümü olduğunu ve ticaretin sınırlar ötesinde işlemesi gerektiğini (Aktan, 1994,s:24)” savundu. Ancak Endüstri Devriminin ilk döneminde uygulama alanı bulan bu görüş, piyasa mekanizmasının yapısı ağır sosyal sosyal şartları çözemeyince özellikle 19.yüzyılın ortalarından itibaren alternatif fikirlerin çıkması sonucunu doğurdu.

Özellikle bunalımlı 1920’lerin ardında serbest piyasa modeline karşılık şüpheler artarken, “bu bunalıma karşı öne sürülen korportist alternatiflere karşı liberal yanıt “Keynesyenizm” oldu. (Ölmezoğulları,s:15)”.

Keynesyen ekonomik anlayış, talep yanlı politikalarıyla satın alma gücü yaratılmasına dayanıyordu. Bu tip ekonomik politikaların sonucu olarak “Fordist” üretim organizasyonları doğdu. Fordist yapılanmalar, geniş ölçekli üretim birimlerinde yine çok sayıda iş görenin istihdam edilmesinden oluşmaktaydı. Standartlaştırılmış ve küçük parçalara ayrılmış işlerde çalışanlar yine standart ve eskiye oranla daha yüksek ücretler alıyorlardı. Bu yapı aynı zamanda Keynesyen ekonomik politikaların hedefleriyle örtüşmekteydi. Buradan hareketle Fordizmin yapısı genel olarak üç başlık altında toplanabilir;

  1. “Seri üretim kitlesel üretimi önceden varsayar
  2. Fordizm korunmuş bir ulusal Pazar sistemiyle bağlantılıdır. Bu sistem seri üretim yapanların sabit giderlerini karşılamada da yardımcı olmaktadır.
  3. Seri üretim modeli talepteki ani düşüşler karşısında duyarlıdır. Özellikle bunalım dönemlerinde ücretler yükseltilmiş, kredi olanakları arttırılmış, ücretsiz kesime yapılan maddi yardımlar da arttırılmıştır. Böylelikle talepteki ani düşüşler önlenmek istenmiştir. ( R. Murray,s;48) “.

Ancak 1970’lerin başından itibaren bu yapı işlerliğini yitirmeye başlamıştır. İç pazarların doyması ve tüketicilerin seri üretim ürünleri yerine kendi kişisel ihtiyaçlarına cevap veren esnek tarzdaki ürünleri tercih etmesi, diğer bir deyişle “tüketicinin nazlanır hale gelmesi (Bozkurt,1996,s:50)”, hammadde fiyatlarının aşırı yükselmesi, Bretton – Wodds’la birlikte kurulan döviz sisteminin çözülmesi Keynesyen modelin sorgulanması sonucunu doğurdu. Keynesyen politikalar artık güvenini yitirmişti, çünkü teorinin en önemli tezlerinden yüksek enflasyonun beraberinde istihdam hacmini genişleteceği öngörüsü başarısız olmuştu. İstihdamın korunması için getirilen sosyal önlemler artık üretim yapabilmek için önemli bir külfetti, ayrıca sosyal dengeyi sağlamak için kamu harcamalarının boyutları oldukça büyümüştü ve bu durum devletin müdahalesini etkisizleştiriyordu.

Böyle bir ortamda üretim sürecinde, çıkış noktasını yüksek teknolojiler oluşturdu. Ayrıca nispeten daha liberal politikaların uygulandığı Japonya ve diğer bazı Güneydoğu Asya ülkeleri bunalımı rahatlıkla atlattılar. Japon modeli ürün elastikiyetine dayanıyordu ve ileri teknoloji kullanımına elverişliydi. Bununla birlikte Amerikalı iktisatçıFreidman’nın yeni liberal – monetarist görüşleri hükümetler için ilgi çekici alternatifler oluşturuyordu.

Artık ekonominin organizasyonu neo – liberal politikaların getirdiği ilkeler uyarınca yapılıyordu. Ulusal ekonomileri koruyan gümrük duvarları kaldırılmış, istihdam üzerindeki sosyal amaçlı korumalar zayıflatılmıştı. 1980’lerde anılan politikaları uygulan hükümetler dünya çapında iktidara gelmeye başladılar ( ABD’de Reagan, İngiltere’de Theatcher, Almanya’da Kohl, Türkiye’de Özal hükümetleri örnek olarak gösterilebilir). Ayrıca 1980’lerin sonunda liberal batı toplumlarının karşısındaki en önemli alternatif olan sosyalist modelde çözülünce “küreselleşmenin” kavram olarak da “küreselleşmesi” önünde hiçbir engel kalmadı.

KÜRESELLEŞMENİN ETKİLERİ VE GETİRDİÄžİ SORUNLAR:

1-) Küreselleşmenin Ekonomik Etkileri ve Yeni Ekonomik Sorunlar:

Küreselleşmenin etkilerini, bu bağlamda sorunlarını da, kategorilere ayırmak son derece güçtür (ve belki yanıltıcı olabilir). Bunu kabul ederek belki de bu kategorik bakışın etkilerin ve sorunların anlaşılmasına aynı zamanda bağlantılarının kurulmasına yardımı olabilir. Küreselleşmenin ekonomiye yaptığı en önemli etki, şüphesiz sermaye hareketlerine getirdiği müthiş akışkanlıktır. Küreselleşme sayesinde dünya finans piyasaları birbirine tarihte ilk kez entegre olmuştur. Burada finans piyasalarının günlük hacminin 1.5 trilyon dolardan fazla olduğunu hatırlatılması faydalıdır. Sermayenin bu inanılmaz hızla el değiştirmesi sonucu reel ekonominin payı da giderek azalmaktadır. Bu durum üretime ayrılan payların azalmasına neden olmaktadır.

Bunun yanında küresel ekonominin en karakteristik özelliği uluslar arası şirketlere dayanmasıdır. “1970’li yıllarda çokuluslu şirketlerin sayısı birkaç yüzü geçmezken bugün sayıları 40.000’i aşmaktadır. Ayrıca dünyadaki belli başlı 200 şirketin global cirosu, bütün dünyadaki ekonomik faaliyetlerin ¼ ‘ünden fazladır. ( Rambert,s:27)”. Bu duruma başka bir çarpıcı örnek ise “General Motors’un cirosu Danimarka’nın GSMH’dan, Toyota’nınki de Norveç’in GSMH’dan fazla olmasıdır (Rambert,s:25)”.

Uluslararası şirketler, küreselleşmenin en önemli ekonomik etkilerinin belirleyicisi olarak görülmektedir. Uluslar arası şirketler, “küreselleşmenin getirdiği mal ve hizmet üretiminin artmasının (İyibozkurt,s:37)” en önemli aracıdır. Bu şirketler artık hem ekonominin hem de üretimin yapılanmasında belirleyici hale gelmiştir. Uluslar arası şirketler, üretim faaliyetlerini tüm dünyaya yayarak aynı zamanda işgücü piyasalarını, hammadde piyasalarını ve pazarların hacmini geliştirmektedirler. Ancak bu şirketler izledikleri üretim politikalarıyla ülkelerin toplam gelirlerini ve bu gelirlerin dağılımını da önemli ölçüde etkilemektedir.

Uluslar arası şirketlerin bu denli önemli hale gelmesi, çeşitli tepkisel akımların oluşmasında da etkili olmuştur. Özellikle bu yapıların sosyal hakların yeterince gelişmediği ülkelere yönelmesi bu tepkileri arttırmaktadır. “ Uluslar arası şirketler ekonomik avantajların gösterdiği yere yerleşecektir. Maliyetleri yerel hükümetlere yıkacaklar, rahatsız edilirlerde gitme tehdidini ortaya atacaklar ve hem ücretleri hem de sosyal maliyetleri aşağıya çekmeye çalışacaklardır. (Hırst, Thompson,s:15)”. Aynı zamanda bu şirketlerin ülkeler arasındaki gelir eşitsizliğinin en önemli nedeni olduğu öne sürülmektedir. “özellikle üçüncü dünya ülkelerinde bu şirketlerin sermaye sahiplerinin az olduğuna (Zurawicki,s:66)” dikkat çekilerek, bu gibi bir yapının küreselleşmeye “emperyalizmin yeni yüzü” niteliğini kazandırdığı savunulmaktadır.

Küresel ekonominin başka bir önemli etkisi finans piyasaları üzerinde kuvvetle görülmektedir. Ancak bu yapının da bir çok problemi beraberinde getirdiği açıktır. Finansal hareketlerin çok hızlı gelişmesi yıkıcı etkilere nenden olmaktadır. Bu güçler hemen hiçbir sorumluluğu olmaksızın tüm dünyada rahatça hareket edebilmelerine karşın, eğer girdikleri piyasada umdukları kâr hadlerine ulaşmazlarsa hemen başka bir ülkenin piyasasına girebilmektedirler.

Teknolojinin gelişmesiyle birlikte hızını arttıran uluslar arası finans piyasaları, en küçük olumsuzluklara bile aşırı refleks vermektedirler. Böyle bir ortamda yaşanan ekonomik krizlerin etkileri ve alanı çok geniş çaplı olmaktadır. Asya krizi buna en iyi örnektir. “Kendi bölgesinde bile çok önemli bir olmayan Tayland’ın parasını devalüe etmeye zorlanmasıyla başlayan krizin nelere yol açabileceğini hiç kimse tahmin edememişti. Ancak Tayland’da başlayan kur depreminin yayılış hızı ve etki alanı gerçekten şaşırtıcıydı. Temmuzdan eylüle kadar geçen sürede Malezya, Singapur, Endonezya ve G. Kore’de keskin devalüasyonlar bir birini izliyor, hemen tüm Asya ülkelerinde ve binlerce kilometre uzaklıktaki Brezilya’da hisse senedi borsalarında büyük çaplı düşüşler yaşanıyordu (Uluagay, s:21)”

Bu türden bir yapının kontrol edilmesi bir hayli güçtür. Gelişmiş ülkelerin hükümetlerinin aldığı önlemler yetersiz kalırken, gelişmekte olan ülkeler hem pastadan aldıkları payı arttırmak için teşvikler ve vergi indirimleri sonucu ortaya çıkan sorunları aşmakla uğraşırken, hem de böylesine ürkütücü bir yapıdan korunmak için gerekli mekanizmaları oluşturamamaktadırlar.

Takip edilemeyecek kadar hızlı ve geniş finansal piyasalar ve uluslararası şirketlerin ana palanını oluşturduğu ekonomide, firmaların hedefleri ve örgütlenme biçimleri de farklılaşmaktadır. Küreselleşme, ulusal piyasaları yıkarken, pazardan pay alma yarışını da arttırmıştır. Artan serbest rekabet karşısında şirketler faaliyetlerini uluslararasılaştırırken aynı zamanda farklı kültürlere ve coğrafyalara ürün pazarlayabilecek esnek yapıyı oluşturmalarını da şart kılmaktadır.

Bu şartlar göz önüne alındığında, firmalar hem işgücü hem de hammadde olarak daha esnek yapıya sahip olma gereği ortaya çıkar. Ayrıca teknolojinin getirdiği değişiklikler sonucunda benzer olarak değişen ve gelişen pazarların nabzını kavrayacak yönetsel tutumlar önem kazanmaktadır.

2-) Küreselleşmenin Sosyal Etkileri ve Sosyal Sorunlar:

Küreselleşmenin getirdiği sosyal etkileri ekonomik etkilerden ayırmak çok kolay değildir. Sosyal sorunlarla ekonomik sorunları en fazla yaklaştıran alan gelir dağılımıdır. Özellikle küreselleşmenin yeni bir dalga olarak ortaya çıktığı 1980’lerin başından itibaren hem ülkeler arasında hem de ülkelerin kendi içinde gelir dağılımı oranları giderek kötüleşmektedir. Bu konuda rakamlar çok çarpıcı gelişmeleri ifade etmektedir:

  • “Dünyanın en zengin ülkesiyle en fakir ülkesinin ortalama geliri arasındaki oran 19.yüzyılın sonlarında 9’a 1 iken, günümüzde bu oran 60’a 1’dir ( Birdsdall,s:27)
  • “Dünya nüfusunun en yoksul 1/5’nin payı 1989 ile 1998 yılları arasında %2.3’ten %1.4’e düşmüştür. En zengin 1/5’in oranı ise yükselmiştir (Giddens, s:27)
  • BM’in 1998 yılı insani kalkınma raporuna göre zenginlerin küresel gelirden aldıkları pay %75’ten %85’e yükselmiştir. Ayrıca Güneydoğu Asya nüfusunun %59’u günde 1 Dolardan az kazanmaktadır. Benzer olarak en zengin 225 kişinin mal varlığı Afrika kıtasının GSMH’a eşittir. (Kaplanseren,s:3)  

“Yapılan bir çok araştırma küreselleşme sürecinde ülkelerin yurtiçindeki gelir dağılımı adaletsizliklerini de arttırdığı görülmektedir. (İyibozkurt,s:291)”. Bu durum dünyanın en yüksek refah sahip ülkesi sayılan ABD için de geçerlidir. Örneğin “Amerikan halkının kişi başına düşen GSMH 1973 ve 1994 yıllarında reel olarak artmasına rağmen işçi kesiminin ¾’ünün ortalama ücreti %19 oranında gerilemiştir. Piramidin en altında yer alan nüfus 20 yıl öncesine göre %25 daha az ücret almaktadır (Bozkurt,2000,s:99)”. Ayrıca “halen her 8 Amerikalından 1’i fakirlik sınırında yaşamaktadır (Mc Ginn, Mc Cormick,s:21)”.

Küreselleşme, gelir dağılımı bozukluğuna paralel olarak sosyal refah devleti anlayışının yıkılmasıyla birlikte işsizlik oranları artmıştır. Özellikle küresel rekabete vurgu yapan hükümetler, işgücü üzerindeki sosyal amaçlı koruma mekanizmalarını kaldırma eğilimindedirler. Özelikle Avrupa ülkelerinde bu yapı daha etkin bir şekilde görülmektedir. “Avrupalı işçilerin durgunluk dönemindeki işsizlikten korunmak için çaba sarf etmeleri sonucu, işçi çıkarmak uzun ve zor bir süreç haline geldi. İşten çıkarmanın yüksek maliyetini az sayıda firma karşılayabilir oldu. Avrupa ekonomisinde kimsenin yeni işçi almayı ve işçilerini işten çıkarmayı göze alamadığı bir döngü oluştu. Bu yeni koşullar altında Avrupalı firmalar genişlemek için işe almanın ve işten çıkartmanın maliyetinin o kadar yüksek olmadığı yerlere taşındılar (Thurow,s:107)”. Küreselleşmenin tanımı gereği mobilitesi yüksek olan sermayenin hareketliliğini daha da arttırmasına karşılık, mobilitesi düşük emek faktörünü aynı ölçüde rahatlatamamakta ve üzerindeki korumaları kaldırarak emek ve sermaye arasındaki farklılaşmayı arttırmaktadır.

Ayrıca emek üzerindeki korumalar kaldırılırken sınai işgücünün yoğun olduğu endüstri toplumlarında yarı vasıflı – vasıfsız ile vasıflı işgücü ayrımına neden olmaktadır. Bu durum sanayi toplumunun ana aktörlerinden sendikaların gücünü törpülemektedir. Sendikalar küreselleşme sürecinde “son 20 yılda OECD ülkelerinde üye sayılarını %36’dan %27’e düşürmüştür (Tokol,s:141)”. Böylesine bir ortamda vasıfsız işçiler toplu pazarlık dolayısıyla yüksek ücret şansını hatta istihdam olanaklarını kaybederlerken, vasıflı işgücü bireysel pazarlık esnekliğinde işgücü piyasalarını esnekleştirmektedir.

Özellikle hizmetler sektöründe istihdam edilen vasıflı işgücüne yapılacak dönüşüm için gerekli eğitsel faaliyetlerin ve bunların maliyetlerinin nasıl karşılanacağı önemli bir problem olarak durmaktadır. Öyle ki, bu ortamda sadece vasıfsız işçiler değil “teknolojik yeniliklerin çok kısa sürede neredeyse demode olacak şekilde hızlı bir gelişme sürecinde oluşu yüksek vasıflı elemanların sürekli kendilerini yenilemelerini de gerekli kılmaktadır (Kurtulmuş,s:149)”.

Bu gelişmeler küreselleşmeye duyulan tepkileri arttırmaktadır. Tüm toplumsal değişimlerde olduğu gibi küreselleşmeye de en şiddetli tepkiler “kaybedenlerden” gelmektedir. “ilk tepki gösterenler zengin sanayileşmiş ülkelerdeki işçiler ve kimi işverenler olmuştur. Bu gruplar, işsizliğin tırmanışını, bazı sektörlerin ve firmaların rekabet gücünü kaybetmesine bağlamakta ve özellikle Asya ülkelerinin yükselen rekabet gücüne diş bilemektedirler (Uluagay,s:91)”.

Özellikle son birkaç yıldır bu tepkiler daha organize bir biçimde dile getirilmeye başlanmıştır. 1999’da Seattle’da, 2000’de Melbourne’da ve Prag’da meydana gelen, zaman zaman şiddet yüklü, bu gösteriler buna en iyi örnektir. Bu gruplar kendilerine “İşçi Kitle Protestosu (The Economist,s:85)” adını verseler bile işçi örgütlenmeleriyle birlikte radikal sol ve gruplar bu oluşuma destek vermektedirler. Ayrıca bu gruplar daha fazla organize olarak küresel anlamda politikalar üretmeye başlamışlardır. Özellikle “İnsan hakları ve ekolojik duyarlılıklara sahip bir manifesto (The Economist,s:86)” hazırlığı içindedirler. Bu düzlemden bakıldığında bu tip oluşumlara “nostalji” havasında yaklaşmanın hatalı bir tutum olacağı açıktır.

Eğer küreselleşmenin arkasındaki kamuoyu desteği sağlanamazsa getirdiği ağır sosyal problemlerin çözülmesi çok mümkün görülmemektedir. Bu anlamda problemlerin çözülmesi için sivil inisiyatiflere yol verilmesi gerekmektedir. Eylül ayında Prag’da yapılan IMF- Dünya Bankası ortak toplantılarında Dünya Bankası Başkanı Wolfenshon “dışarıda gösteri yapmaya çalışanlar doğru sorular soruyorlar. Bu soruları dinleyip çözüm bulmak bize düşüyor (Kumcu)” diyerek bu türden bir duyarlılığı yansıtmaktadır.

3-)Küreselleşmenin Kültürel Etkileri:

Küreselleşmeye her ne kadar bazı görüşler sadece ekonomik boyutu olan bir olgu olarak yaklaşsalar da, kültürel olarak da önemli bir dönüşümü ifade etmektedir. Özellikle yeni teknolojilerin kullanımıyla yeni kültürel kodlar tüm dünyaya rahatlıkla yayılmaktadır. Bu türden bir yapının getireceği, dünya çapında kendine özgü bir düzene sahiptir. “Gündelik tecrübe ve pratikleri dönüştüren yeni kültürel üretim ve yeniden üretim tekniklerinin ortaya çıkışının vurgulanması (Feathersone,1996,s:94) olarak tanımlanabilecek küresel kültürel dönüşüm, küreselleşmenin boyutlarının anlaşılmasında önemli bir sacayağını oluşturmaktadır.

“Global bir kültürün varlığını savunanlar yerel olanın küreselleşmesiyle ve özgün yerel kültürel ürünlerin kozmopolitleşmesiyle artık bir global kültürün oluştuğunu ortaya atmaktadırlar (Keyman,s:41)”. Ancak bu global kültürün niteliği üzerinde farklı yorumlar yapılmaktadır. Bazı görüşler, bu türden bir kültürel yapının dünyanın farklı alanlarındaki çeşitliliği ortadan kaldırarak hem de iletişim kanallarını kullanarak “kültürel farklılık üzerinde bir hegemonya yarattığını(Wheller,s:359)” hem de bu durumun farklı kültürlerde farklı gerilimler yarattığını öne sürmektedirler. Ancak karşıt görüştekiler bu yapının alt kültürler üzerindeki baskıyı kaldırdığını ve “başkalarının sesinin tüm dünya yüzeyine yayılmasını sağladığına dikkat çekmektedirler (Wheller, s:359)”. Ancak herhalde global kültüre yapılan en radikal eleştiri küreselleşmenin kültürel motifleri kullanarak, kendi emperyalizmini yarattığı ve bu durumun sömürgecilikle aynı olduğudur.

Benzer eleştiriler ve taraf oluşlar aslında tekrar tekrar gözden geçirilmek durumundadır. Zaten kültürel fonksiyonlar üzerine odaklanan sosyal bilimlerin metot ve içerik olarak önemli değişmeler yaşadığı bu dönemde bu türden çözümlemeler konunun algılanmasını zorlaştırır. Bu yorumlar yapılırken genellikle sosyolojinin endüstri toplumunu açıklamaya yönelik kuram ve kavramları kullanılmaktadır. Ancak bu yapının 21. Yüzyıl küresel toplumunda geçerliliği tartışma konusu yapılmaktadır. Anthony Smith’e göre bu anlayış “hizmet toplumunun birbirine bağlı yapılarının kavranması önünde bir engel teşkil etmektedir (A. D. Smith,s:175)”.

Bir başka yönden bakıldığında küresel kültürün oluşumunun yok sayılması da anlamlı bir tepkiyi ifade etmez. Elbette, bu yapının getirdiği bazı olumsuzluklar olmasına rağmen önemli olan pozitif yönünün arttırılması için uğraş vermektir. Bu anlamıyla global kültür emperyalizmden farklıdır. “Çünkü emperyalizm etnik ya da ulusal bir ideolojiye sahipken bugünkü durum ideolojik ve ulusal karakteri aşmakta ve teknolojik altyapıyı da kullanarak kozmopolit bir yapıya bürünmektedir (A.D. Smith,s:176)”. Böylesine bir değişimin Helen, Roma ya da 18. Yüzyıldaki emperyalist yapıyla aynı başlık altında toplamak çok faydalı sonuçlar vermez. “Anılan dönemde kültürel yapılar küresel değil, hakim medeniyetin kendi sembol ve mitlerinin yayılmasından ibaretti. Ancak günümüzde yaşanan durumda kültür, zaman ve mekana bağlı değildir, ayrıca sembollerin karıştığı görülmektedir (A.D. Smith,s:177)”.

Böyle karmaşık yapıya sahip küresel kültür farklı kaynaklardan beslenmektedir. Aslında tek bir küresel kültürün oluşmasının değil, değişik kültürlerin bir araya gelmesi ve oluşan kompleks yapının etki alanının genişlemesi söz konusudur.

Küresel kültürün oluşum sürecinde olması bir birinden çok farklı görüşlerin ve öngörülerin bir arada bulunması sonucunu doğurur. Fakat buna rağmen küresel kültür üzerinde ortak noktalardan hareketle “global kültür, bolluk yaratan ürün yelpazesi, etnik yapılı yerel motifler ve bunların oluşturduğu genel insani değer ve ilgilerin bir arada bulunduğu, bütün bunların gelişen iletişim sistemleri ile bağlantılı olduğu yeni bir düzeni anlatmaktadır (A. D. Smith,s:127)”

-KÜRESEL SORUNLARIN AŞILMASINDA; KÜRESEL YÖNETİŞİM (GLOBAL GOVERNANCE) :

Küreselleşme yayılım ve etkinliği bilinçsiz bir yapıda gelişmektedir. Bunun sonucunda pek çok problem ortaya çıkarken, bu problemlerin çözümü konusunda etkin atılımlar uzun vadeli olarak yapılamaktadır. Global çözümlerde henüz uzlaşılmış bir reçete ortaya çıkmamışken, aksine çok sayıda farklı çözüm yolu farklı çevreler tarafından ortaya atılmaktadır. Ancak realitede bütün bu farklı görüşler yapıcı etkiler yapmaktan uzaktır. “ABD Federal Rezerv Bankası Başkanı A. Greenspan ve Hazine Bakanı R. Robin halen sistemi sarsmakta olan karmaşık problemlerle tarihte ilk kez karşılaşıldığını ve bu problemleri çözecek hazır reçetelerin ellerinde bulunmadığını itiraf etmektedirler (Uluagay,s:31)”.

Ekonomik ve sosyal sorunların çözümlenmesinde klasik merkez olan “ulus devlet” küreselleşme sürecinde büyük güç kaybına uğramaktadır. Bu anlamda “küreselleşme, devletlerin uluslar arası kuruluşlara bağlığını da arttırmaktadır (Öymen, s:231)”. Buradan da anlaşılabileceği gibi ulus devletlerin olayları tüm boyutlarıyla izleme ve analiz etme yetkinliği kaybolmaktadır. Küreselleşmeden bu kadar fazla etkilene “devlet” kavramına yönelik “1980’lerin ortasından itibaren yeni yaklaşımlar geliştirilmiştir (Hoffman,s:1)”.

Herkesin kabul ettiği, bu karmaşık ve çözümü şu an için imkansız problemlerin üzerine etkin olarak gitmek ve uzun vadeli çözüm yolarının araştırılmasına yönelik bir hareketin varolması gerekliliğidir. “Tüm dünyada büyüme ve gelişme kavramları beraber yaşanırken, fakirlik oranları da artmaktadır. Küreselleşmeyle birlikte şüpheler ve korkular artarken, kuzey ve güney ülkeleri arasındaki fark marjinalleşmeyi arttırmaktadır. Buna rağmen uluslar arası pazarların geniş olması ve düzensiz işlemesi problemleri değiştirmektedir. Küresel pazarlar bu nedenlerden ötürü kurallara, etik değerlerin yerleştirilmesine ve özellikle hukuksal düzenlemelere ihtiyaç duymaktadır(Kell,s:868)”.

Küresel yönetişim üzerine ortaya atılan modellerden biri, bu karmaşık yapının çözümünün de ancak küresel otoriteler tarafından yapılabileceğidir. Buna göre Birleşmiş Milletler, OECD, NATO gibi örgütlerin üye sayısının ve etkinliğinin arttırılması, yapıyı organize edecek kurumların oluşturulması ve işlerliğinin sağlanmasının da bu örgütler gözetiminde yapılması gerekliliğidir.

Bağlantılı bir çözüm önerisi de WTO, IMF, World Bank gibi kurumların global ekonomik politikaları yönlendirmesi, bununla ilgili hukuksal ve ekonomik düzenlemelere gidilmesi yoluyla sorunlara merkezi ve etkin bir çözüm sağlanabileceğidir.

Ortaya atılan bir diğer öneriye göre, Birleşmiş Milletler gibi üyelerini ülkelerin oluşturduğu ve halen ulusal devlet sisteminin bir parçası olarak hareket eden bir yapının etkili olamayacağını savunur. Bunun yerine AB gibi oy çokluğu ilkesine dayanan, uluslardan bağımsız supranasyonel bir örgütlenme yapısının gerekli düzenlemeleri yapması gerekliliğidir. Özellikle Thurow gibi yazarlar bu yapının işlerliliğine dikkat çekerek AB gibi işleyen dünya çapında bir örgüt yerine bizzat AB’nin kuralları işler haline getirebileceğini düşünür. “Ortak Pazar, kural yazabilecek başka uluslar arası grup bulunmadığı için bir ölçüye kadar dünya ticaretinin kurallarını yazacaktır. Bu kurallar AB içinde yer alanlar için yazılmalı dışında kalanların katılımının nasıl olacağı anlatılmalıdır. Diğerleri kural koyamadığı için, dışarıda kalanlar için yazılanlar kural kabul edilecektir (Thurow, s:113)

Öncelikli olan, küreselleşmenin yönetimsel olarak çeşitli organlara sahip olması gerekliliğidir. Ancak bu yapıların şu anki düzenlemelerin geniş bir projeksiyonu olarak düşünmek hatalıdır. Çünkü küreselleşmenin kendi dinamiklerinin bu türden yapılanmalar karşı olumsuz sonuçlar doğuracağı açıktır.

Küresel yönetişim, öncelikle ortaya çıkan yeni aktörleri de içine almak zorundadır. Bununla birlikte küresel yönetişim katılım temeline de dayanmalıdır. Ancak bu katılım sadece bilinen aktörleriyle değil, yerel yönetimler, alt gruplar, marjinal gruplar, daha çok direkt katılımın sağlandığı gönüllü organizasyonlar ve sivil toplum örgütlerini de kapsamak durumundadır. Ayrıca yapılacak düzenlemelerin gerekli esnekliğe sahip olması gerekliliği unutulmamalıdır. Bu kuralların denetlenmesi ve düzenlenmesini kolaylaştırmak maksadıyla esneklik önemli olduğu kadar etik değerlerin yaratılması ve yaygınlaştırılması amacı da küresel kurallara ulaşılmasını kolaylaştırabilir.

Böyle bir yönetişim anlayışı şu hedefleri öncelikle gözetecek yapıda olmalıdır;

  • Küresel sermayenin aşırı hareketliliğine karşın bunu izleyebilecek bilgi akışının sağlanması ve gerekli teknolojik yatırımların yapılması ve bu amaçla üçüncü dünya ülkelerine yönelik yardımların sağlanması,
  • Küresel ekonominin gereği olarak ortaya çıkması zorunlu olarak görülen vasıflı işgücünün oluşturulması için gerekli teknolojik ve eğitim yatırımlarının gözetilmesi ve yine üçüncü dünya ülkelerine bu konu için finansal yardımların sağlanması,
  • Özellikle teknolojik gelişmelere paralel olarak artan çevre kirliğini önlemek için gerekil hukuksal düzenlemelerin yanı sıra gerekli toplumsal duyarlılıkların ve etik değerlerin oluşturulması ve yaygınlaştırılması,
  • İnsan hakları konusunda tüm dünyada uyumlaştırılmış standart kuralların ve ceza sisteminin yürürlüğe konması,
  • Örgütlü suçlar, sanal suçlar, uluslar arası terör gibi konularda gerekli düzenlemelerin yapılması ve işbirliğinin sağlanması,
  • Sağlık, eğitim, çocuk hakları, kadın hakları, çevre kirliliği gibi konularda sosyal mekanizmaların geliştirilmesi ve bu konuda gerekli altyapı düzenlemeleri konusunda gerekli yardımların yapılması,
  • Bölgesel farklılıkları giderecek küresel eylem planlarının ortaya atılması,
  • Sosyal güvenlik, işçi hakları, ücret düzeyi gibi konularda ortaya çıkabilecek problemlerin giderilmesi
  • Hukuksal mevzuatın uyumlaştırılması ve yeni düzenlemelerin küresel anlamda uygulanmasını gözetecek kurumların oluşturulması,
  • Bütün bunlar yapılırken sivil toplum ve kamuoyu duyarlılıklarının gözetilmesi ve kara alma süreçlerinin hem hızlı hem de olabildiğince geniş katılımlı olması sonucunun gerçekleştirilmesi gerekmektedir. 

Tüm bunlara rağmen küresel yönetişim sistemlerini uygulamak çok kolay gözükmemektedir. Ancak küresel yönetişim kavramı küresel sorunların ortadan kaldırılması üzerine etkin çözümleri getirecek yapı olarak düşünülmelidir. Ve bu yapının gelişmesinin zaman alacağı unutulmamalıdır.

SONUÇ:

Küreselleşme her şeyden önce bir olgudur ve buna karşı olmak ya da taraf olmak çok anlamlı tavırları ifade etmez. Eğer tarihin teleolojik olarak ileri giden bir düzlem olduğu düşünülürse, küreselleşme hiç şüphesiz ileri doğru atılmış bir adımdır. Elbette küreselleşmenin getireceği problemler de söz konusu olacaktır. Ancak problemler olgunun tamamen karşısında olmak refleksini geliştirirse bu tavır gerçekçi bir zemine oturmaktan uzaktır. Küreselleşme, toplumsal ve kültürel pek çok sürecin değişmesi anlamına gelecektir. Bu değişim süreci bilinene ideolojik yaklaşımları geçersiz kılmaktadır. Dolayısıyla bu ideolojik çerçevelerden yaklaşılması, sağlıklı ve kabul edilebilir çıkarımlar ortaya çıkarması beklenemez.

Önemli olan tavır, küreselleşmenin bir fiili durum olduğunu kabul etmektir. Taraf olmak ya da karşı çıkmak yerine “durum belirlemeyi” önemli hale getiren bu süreçte, yeni durumun getirilerinin arttırılması ve olumsuzluklarının asgariye indirilmesi için çaba sarf edilmesi gerçekçi ve yapıcı bir tavır olacaktır. Yine küreselleşmenin ortaya çıkardığı durumun olumsuzluklarını öne çıkarmak ve karamsar tablolar çizmek nihilist bir tavrı beraberinde getirmekten öte her hangi bir işleyişe sahip olmayacaktır. İnsanlar yaşamlarına anlamlı bir şekilde sürdürebilmeleri için gelecek hakkında umut beslemek zorundadırlar. Belki de küreselleşme bu açıdan insanlık için iyi bir tecrübe olabilir.

KAYNAKÇA:

-AKTAN, Çoşkun Can – “Gerçek Liberalizm Nedir?” – T Yayınları, İzmir:1994

-BİRDSDALL, Nancy – “Hayat Adil Değil” – İTÜ Vakıf Dergisi,sayı:29, Haziran:1999,

-BOZKURT, Veysel – “Enformasyon toplumu ve Türkiye” – Sistem Yayıncılık, İstanbul:1996

-BOZKURT, Veysel – “Kürselleşmenin İnsani Yüzü”- Alfa Yayınları, İstanbul:2000

-FEATHERSTONE, Mike – “Postmodernizm ve Tüketim Kültürü” – Ayrıntı Yayınları, İstanbul:1996

-GİDDENS, Anthony – “Elimizden Kaçıp Giden Dünya” – Alfa Yayınları, İstanbul:2000

-HIRST, Paul; G. Thompson – “Küreselleşme Sorgulanıyor” – Dost Kitabevi, Ankara:1998

-HOFFMAN, John – “Beyond The State” – Polity Press, Cambridge:1995

-İYİBOZKURT, Erol – “Küreselleşme ve Türkiye” – Ezgi Kitabevi Yayınları, Bursa:1999

-KAPLANSEREN, Erdal – “İnternetin Değiştiremedikleri” - .Net Dergisi,Sayı:37,Nisan:2000

-KELL, Georg – “International Trade” – IMF Journal of Conflict Resolution, volume:36

-KEYMAN, E. Fuat – “Radikal Demokrasi ve Türkiye” – Bağlam Yayınları, Ankara:1999

-KUMCU, Ercan – “Prag’da Olumlu Uyarılarda Vardı” – Hürriyet, 28-Eylül-2000

-KURTULMUŞ, Numan – “Sanayi Ötesi Dönüşüm” – İz Yayıncılık, İstanbul: 2000

-Mc GİNN,Daniel ; J. Mc Cormick – “The Boom Generation”- Newsweek International, 07- February-2000

-MURRAY, Robin – “Fordizm ve Post – Fordizm” – Yeni Zamanlar, Edit;S. Hall, M. Jacques, ayrıntı Yayınları, İstanbul: 1998

-ÖLMEZOÄžULLARI, Nalan – “Refah Devletinin Ekonomik Temelleri ve Krizi” – Yayınlanmamış Çalışma, Bursa:1995

-ÖYMEN, Onur – “Geleceği Yakalamak” – Remzi Kitabevi, İstanbul:2000

-RAMBERT, Ignacio – “Globaliter Rejimler, Başka Türlü Totalitarizm”, İTÜ Vakıf Dergisi, sayı:29, Haziran:1999

-SMİTH, Anthony D. – “Towards a Global Culture?” – Global Culture, Edit;M. Featherstone , Sage Publications, London: 1993

-THE ECONOMİST- “Angry and Effective” – 09- September- 2000

-THUROW, Lester C. – “Kapitalizmin Geleceği” – Sabah Kitapları, İstanbul:1997

-TOKOL, Aysen – “Küreselleşme ve Endüstri İlişkilerine Etkileri” – Küreselleşmenin İnsani Yüzü, Edit; V. Bozkurt, Alfa Yayınları, İstanbul:2000

-ULUAGAY, Osman – “Quo Vadis?” – Doğan Kitapçılık, İstanbul: Ekim 1999

-WHELLER, Deborah – “Global Culture or Cultural Clash” – Communcation Research, volume:25, August:1999

-ZURAWİCKİ, Leon – “Multinational Enterprises in West and East” – Sıtjhoff and Noordhoff, Maryland:1979

62309 kez görüldü, 0 kez indirildi.

<< --
 
EBSCO
PROQUEST
CABELLS DIRECTORY
INDEX COPERNICUS
SOCIOLOGICAL ABSTRACTS
ASOS Akademia Sosyal Bilimler Index
Üye Girişi
DUYURULAR/HABERLER
Dergide yayınlanan yazılardaki görüşler ve bu konudaki sorumluluk yazarlarına aittir.
Ampirik veriler, değerlendirme sürecinde hakem veya hakemler tarafından talep edilirse, yazar veya yazarlar ilgili verileri paylaşırlar.
Bu verilerin bir başka çalışmada kullanılmaması esastır.
© 2000 - 2024 İş,Güç Endüstri İlişkileri ve İnsan Kaynakları Dergisi