Türkiye`de Gelir Dağılımındaki Adaletsizliğin İzlenen Vergi Ve Harcama Politikaları İle Bağlantısı
Yard.Doç.Dr. Mehmet YÜCE
Uludağ Üniversitesi - İ.İ.B.F. Maliye Bölümü Öğretim Üyesi
I. GİRİŞ
Bilindiği gibi, ekonomi biliminin temel amacı, kıt üretim öğelerini optimum ve etkin bir biçimde kompoze ederek, maksimum ürünü sağlamaktır. Devlet, uyruklarına, onların kendi çabalarıyla gideremedikleri ihtiyaçların doyumlandırılması bağlamında oluşan; onlara özgürlük ve hukuk ekseninde güven, istikrar ve adalet soluyan siyasal bir örgüttür. Bu siyasal örgütün rolü, kuşkusuz, sosyo-ekonomik yaşama mümkün olduğunca az müdahalede bulunmak; üretim faktörlerin, marjinal verimliliklerine göre piyasada oluşacak üretimden pay almalarını sağlamaktır (Sönmez, 1987, s.48). Unutmamak gerekir ki, marjinal verimliliğe göre oluşacak gelir dağılımı, her ne kadar kaynak dağılımındaki etkinliği sağlamaya yetecek olmakla birlikte, toplumsal ve ekonomik bazı eşitsizlikler, diğer bir deyişle fırsat eşitliğinin tam olarak sağlanamayışı, servet, gelir ve iş kabiliyeti üzerinde bazı dengesizlikler yaratır. Zira, bir yandan kişilerin niteliklerinden kaynaklanan eşitsizlikler ayrıcalıklı ve haksız bazı gelir edinimlerine olanak sağlarken, diğer yandan da başlangıç noktasındaki gelir ve servet farklılıkları, piyasada, özgür bireylerce asla tasvip ve rıza gösterilemeyecek ve hür vicdanları derinden yaralayacak aşırılıkta ekonomik dengesizliklere neden olmaktadır. Bu dengesizliği, kanımca, bireylerin çalışma süreleri ve iş yetenekleriyle açıklamak pek tutarlı değildir. Çünkü, eşit olmayan koşullarda bulunan ve ilk hareket noktaları aynı olmayanları, görünüşte nispi serbest piyasa koşullarının çarklarına terk edip, sonra da “finiş” çizgisine hangisinin daha evvel ulaşacağının hesabını yapmak, hem rasyonel ve hem de gerçek dışıdır.
Diğer taraftan, Anayasamızın 2. maddesinde açıkça vurgulanan “sosyal hukuk devleti” söylemenin kavramsal olmaktan çıkarılıp, işlevsel bir niteliğe büründürülmesi görevi de devlete verilmiştir. Açıktır ki, uyruklarına salt klâsik özgürlükleri sağlamakla yetinmeyip, onların insanca yaşayabilmeleri için gerekli maddi gereksinimlerinin karşılanması demek olan bu devlet anlayışı, şu dört hususun birlikte sunumunu gerektirir:
Millî geliri artırma;
Millî gelirin adaletli dağıtımını sağlama;
Özgürlüklerin sağlanması bağlamında gerekli olan maddi olanakların temini;
Bireyleri sosyal güvenliğe kavuşturma.
Türkiye’de devlete bu denli çok rol verilince, kamusal harcamaların hacmi oldukça artmış ve bu beraberinde hükümetleri sağlıklı olmayan popülist gelir arayışlarına götürmüştür. Pek doğaldır ki, kamusal bütçelerin borçlanmalarla finanse edilir olması, çok geçmeden bütçelerin mahiyetinin değişmesine ve gerekli kamu gelirlerinin yalnız borç servislerine tahsisini gerektirmiştir. Şüphesiz bu, bütçe açıklarının giderek büyümesine ve ekonomik buhranlara neden olmuştur.
Türkiye’de, 1970’li yıllardan itibaren ağır bir biçimde yaşanan ve toplumu olumsuz yönde etkileyen sosyo- ekonomik bunalım giderek şiddetini artırmış, dış ticaret ve cari ödemeler dengesi açıkları başlıca sorun olmaya başlamıştır. Kuşkusuz bunda, 1973- 74 ve 1991 petrol şokları ile ticaret ilişkisinde bulunduğumuz ülkelerde yaşanan enflasyonun rolü olmakla birlikte, iç politikadaki istikrarsızlıklar, çağdaş yönetim anlayışına kapalılık, ekonomik ve toplumsal alanda birtakım yapısal değişimleri sergileyememe de ana etkendir. Nitekim, uygulanan kur politikalarıyla TL’nin aşırı değerlenmesinin önüne geçilememiştir. Dengelerin sağlanmasına yönelik olarak, ithalat gerekli araçlar yardımıyla baskı altına alınmış, döviz kontrolleri artırılmıştır. 1980 yılına kadar, göreli olarak, dışa kapalı bir ekonomik model uygulanmış, ancak yine de dış konjonktürün yarattığı krizlerden ya da durgunluktan uzak kalınamamıştır. Binaenaleyh, AB ile entegrasyonu gerektiren gümrük indirimleri ve mevzuat uyumları gecikmiş, çoğu zaman döviz darboğazları yüzünden ara ve yatırım malları ithalatı sekteye uğramış, üretim düşmüş, işsizlik artmıştır. Tüm bu olumsuzlukların yoğunlaştığı 70'li yılları takiben, 24 Ocak 1980 tarihinde "24 Ocak Kararları" olarak ekonomik literatüre geçen ve yapısal dönüşümleri içeren bir program uygulamaya konulmuştur.
Yapısal değişimleri simgeleyen 24 Ocak kararlarıyla birlikte izlenen politikaların temel amaçları, Türkiye ekonomisini değişen dünya şartlarına göre yeniden yapılandırmak, dışa açmak ve dünya ekonomisi ile entegre olarak küreselleşme ekseninin dışında kalmaması için gerekli her türlü çabayı sergilemek ve tedbiri almaktı. Bu kararlarlar çerçevesinde oluşturulan iktisat ve maliye politikaları, bir taraftan gelir dağılımındaki adaletsiz dağılımı iyice artırmış, diğer taraftan çok geçmeden, 1987 genel seçimlerinden itibaren kurulmak istenen dengeler tekrar bozulmaya yüz tutmuş; ilkin 4 Şubat 1998 Ekonomik İstikrar programı, bilâhare 5 Nisan 1994’de Ekonomik Paket gündeme getirilerek meşhur “5 Nisan Kararları”yla konjonktüre ve yapıya ilişkin önlemler uygulamaya konmuştur. İşte, sık sık gündeme gelen ekonomik istikrar kararları çerçevesinde yürütülen maliye politikaları sonucu oluşan gelir ve harcama seyri, gelir dağılımı bozucu bir faktör olarak işlev görmüştür.
Bu çalışmada, rakamsal ve betimsel bir yaklaşımdan hareketle, kamusal bütçe finansmanını borçlanma yoluyla gerçekleştirmeye çalışarak mevcudu bugün harcayan, gelecekteki gerçek gelirini öne alarak borç servislerinde kullanan, her bir fabrika ve işyeri kapandıkça çığ gibi büyüyen işsizler ordusuna yenileri eklenen, kör topal uygulanmaya çalışılan ekonomi ve maliye politikalarıyla her geçen gün gelirleri azalan ve bölüşümü de günden güne bozulan yozlaşmayı dile getirmeye çalışmakta; mevcut kamusal gelir ve harcama politikalarının gelir dağılımını dengelemeye yetmediğinin ve sosyal refah ekonomisini tesiste yetersiz kaldığının altını çizmekteyim.
II. MİLLİ GELİR VE DAÄžILIMI
Gelir; ekonomik faktörlerin, belli bir dönemde, üretim sürecine katılmaları sonucu yaratılan katma değerden, her birinin, parasal olarak, aldığı paya denir. Bir ülkede, global olarak bir yılda yaratılan mal ve hizmet toplamının akımsal ifadesi de “Gayri Safi Milli Gelir”i verir. Bundan girdi ve amortismanların düşülmesi sonucu ulaşılan nihai veri, “Safi Milli Gelir” veya “Safi Milli Hasıla”dır.
Ekonomi biliminin uğraşısı, milli hasıla yaratmak ve bunu devamlı bir şekilde artırmaktır. Pek doğaldır ki, milli hasıla ya da gelir’in yaratılması kadar, yaratılan bu hasılanın dolaşımı, bölüşümüve tüketimi konuları da önemlidir ve bunlar da ekonomi biliminin asıl uğraşı alanına girer.
Milli gelirin sürekli artırılması ve bunun toplumu oluşturan sosyal katmanlar, değişik bölgeler ve sektörler arasında adilane bölüşümü, o ülke toplumunun sıhhat derecesinin, bireylerin gelecekle ilgili iyi ya da kötü beklentilerinin, alınabilecek kollektif kararların etkinliğinin, o toplumun içerisinde yaşadığı veya yaşayacağı bazı sosyal, siyasal, ekonomik ve psikosomatik sorunların boyutlarının da işaretidir. Çünkü, milli gelirin paylaşımında gözlemlenebilir şaşırtıcı (spectaculaire) çarpıklık ve hür vicdanları parçalayan aşırı dengesizlik, yakın gelecekte ülkenin karşı karşıya kalacağı birçok istikrarsızlığın ve büyük çaplı sosyo-ekonomik çalkantıların (perturbations) yalın habercisidirler.
Gelirin paylaşımı, kendisine bazı temel işlevler atfedilen devletin saptayıp uyguladığı gerçekçi ekonomi ve maliye politikaları ile sağlanır. Diğer bir deyişle, devlet, gelir dağılımındaki adaletsizliği, yürürlüğe koyduğu ekonomi, vergi, bütçe ve harcama politikaları ile gidermeye çalışır; ve buna dönük etkin ve tutarlı önlemleri alır.
Türkiye’deki gelir dağılımını geçmişten günümüze incelerken, şu kaynaklardan yararlanılmaktadır: 1) DPT Sosyal Planlanma Dairesi’nce 1973 yılında yayınlanan, meslekler itibariyle yapılan çalışma; 2) AC Nielsen Zet adlı araştırma şirketince 1999 başında neşrolunan ve ailelerin yılda dolar cinsinden yaptıkları harcamaları esas alan inceleme; 3) IBRD, World Development Repot, 1997, 4) Hazine Müsteşarlığı Ekonomik Araştırmalar Genel Müdürlüğü’nün Nisan 1999’da yayımladığı “Ekonomik Göstergeler”den hareketle, kentlerde ve kısal alanlarda yaşayanların yedi yıl öncesine göre durumlarını yansıtan veriler; 5) Dünya Bankasının 2000 Prag Toplantısında açıklanan istatistikler.
Şimdi, Türkiye’deki gelir dağılımını yukarıda sayılan araştırmalar ışığında tablolara dökelim.
Tablo: 1
Türkiye’de Hanehalkı Gelirinin %20’lik Dilimlere Göre Dağılımı
Hane Halkı
Hane Halkı Kümülatif
1987
1994
% Pay
Kümülatif
% Pay
Kümülatif
İlk % 20
20
5,24
5,24
4,86
4,86
İkinci % 20
40
9,61
14,84
8,63
13,49
Üçüncü % 20
60
14,06
28,91
13,61
26,10
Dördüncü %20
80
21,15
50,06
19,03
45,13
Beşinci % 20
100
49,94
100,00
54,88
100,00
Gini Katsayısı
0,437
0,492
Gerek ülkeler arasında karşılaştırma yapmak gerekse bir ülkenin gelir dağılımındaki dengesizliğinin zaman içindeki seyrini izlemek için Gini, kendi adıyla anılan bir katsayı kullanmıştır. Bir ülkede gelir dağılımındaki adaletsizlik ne kadar fazlaysa Gini katsayısı o kadar büyüktür. Bu katsayı sıfıra yaklaştıkça, gelir dağılımındaki adaletsizliğin azaldığı anlamı ortaya çıkar. Bu bağlamda, 1987’den 1994 yılına çıkarken Gini katsayısı yükselmiş olup, bu da ülkemizdeki gelir dağılımının bozulduğunu işaret eder ki, bu 2000 yılı için 0,52’dir (Şener, 2001, 443).
Tablo: 2
Çeşitli Ülkelerde Gelir Dağılımı
Ülkeler
Yıl
En Yüksek
%20
İkinci %20
Üçüncü
%20
Dördüncü
%20
En Yüksek
%20
Gini Endeksi
Belçika
1978-79
7,9
13,7
18,6
23,8
36,0
33,9
İngiltere
1988
4,6
10,0
16,8
24,3
44,3
-
Danimarka
1981
5,4
12,0
18,4
25,6
38,6
-
Fransa
1989
5,6
11,8
17,2
23,5
41,9
-
Almanya
1988
7,0
11,8
17,1
23,9
40,3
-
Hindistan
1992
8,5
12,1
15,8
21,1
42,6
-
İtalya
1986
6,8
12,0
16,7
23,5
41,0
-
Hollanda
1988
8,2
13,1
18,1
23,7
36,9
-
İspanya
1988
8,3
13,7
18,1
23,4
36,6
-
ABD
1985
4,7
11,0
17,4
25,0
41,9
-
Türkiye
1994
4,9
8,6
12,7
19,0
54,9
0,49
Tablo: 3
Mesleklere Göre Gelir Dağılımı (%)
Meslekler
Toplam Hane Halkı
Toplam Gelir Payı
1. Çiftçiler
44,0
41,2
2. Büyük tüccar ve sanayiciler ile serbest meslek erbapları
0,8
5,5
3. Ticaret erbapları
1,1
5,2
4. Vasıfsız işçiler
12,4
7,3
5. Memurlar
11,5
12,7
6. Küçük esnaf ve sanatkarlar
15,8
14,9
7. Diğerleri*
14,4
13,2
Toplam
100,0
100,0
* Bu gruba; vasıflı işçi, tarım işçisi, emekli, menkul ve gayrimenkul sermaye iradı elde edenler ile meslekleri belli olmayanlar dahildir.
Tablo: 4
Hane Halklarındaki Yıllık Harcama (000)
Aile Grupları
Kişi Adedi
Harcama ($)
T. Nüfusa Oranı
1. En zengin
2,790
62,75
4,5
2. İyi halli
6,386
27,25
10,3
3. Orta halli
10,478
9,35
16,9
4. Düşük gelirli
8,556
7,65
13,8
5. Fakir
22,692
4,95
36,7
6. Çok Fakir
11,036
3,20
17,8
Toplam
62,938
66.015.430
100,0
Tablo: 5
Kent ve Kırsal Kesimde Gelir Dağılımı (%)
Hane Halkı
En son
7 yıl öncesi
Değişim
Kentsel
Kırsal
Kentsel
Kırsal
Kentsel
Kırsal
İlk % 20
4,8
5,2
5,4
5,2
- 0,6
+ 0,4
İkinci % 20
8,2
10,1
9,2
10,0
- 1,1
+ 0,1
Üçüncü % 20
11,9
14,8
13,6
15,0
- 1,7
- 0,2
Dördüncü %20
17,9
21,8
20,7
22,0
- 2,8
- 0,2
Beşinci % 20
57,2
47,7
50,9
47,8
+ 6,3
- 0,1
Yukarıdaki tablolardan yararlanarak, Türkiye’nin içinde bulunduğu spektaküler gelir dağılımı hakkında şunları söyleyebiliriz.
Yetmişli yıllarda Türkiye’de, hane halkının yaklaşık % 2’sini oluşturan “Büyük tüccar, sanayici, ticaret erbabı ile serbest meslek mensupları” yaratılan milli gelirin % 10.7’sini elde ederken, başka bir deyişle, sayılarının beş katını aşan gelir sağlarken, diğer meslek sahipleri, hemen hemen kendi demografik oranları ile bağdaşır biçimde gelir elde etmişlerdir.
Geçmişteki dengeli ve adil olan durum son yıllarda ortadan kalkmış, nüfusun % 4.5 gibi küçük bir azınlığını oluşturan aile grubu, yılda 62.750 $ gibi göz kamaştıran bir harcama gamında yaşam sürerken, “Fakir ve çok fakir aileler”den oluşan yaklaşık %55’lik kısmı, yılda 3.000 – 4.000 $ ile geçinme mücadelesi vermektedirler.
Yine AC Nielsen – Zet şirketinin verilerine göre, toplumun % 54.5’lik kısmı fakirlik sınırının altında yaşamakta, “En zenginler”le bunlar arasındaki gelir uçurumu 20 kata ulaşmaktadır. Bu adaletsizlik, gelişmekte geri kalmış yörelerimizde daha da çarpık olup, gelirin tamamına yakın bölümü birkaç aile tarafından kontrol edilmektedir. Nitekim nüfusun % 1’lik dilimi, ulusal gelirin % 17’sine hakim bulunmaktadır. Bu oran İstanbul’da % 30’a ulaşmaktadır. Türkiye’nin çeyrek nüfusuna sahip bu kentteki ailelerin % 1’nin aylık geliri, neredeyse 11.000 dolara ulaşmaktadır; oysa en yoksul % 1’lik gelir grubundakiler ise ayda yalnız 127 dolar almaktadır. Şubat 2001 devalüasyonuyla bu miktarın daha da komikleşmiş olduğu bir gerçektir.
Gelir dağılımı yönünden, kesimler arasında da spektaküler bir değişme olmuş; yedi yıl öncesine göre, kentlerde yaşayanların % 80’lik gibi büyük bir bölümünün reel olarak harcamaları azalırken, geri kalan 1/5’nin geliri 6.3 puan artmıştır. Oysa, bu çarpık oluşum, kırsal alanlarda tersine olup, tarım kesiminin 2/5’i yedi yıl öncesine nispetle kısmen iyileşirken, mütebakisinin (3/5’i) gelirleri küçük ölçüde düşmüştür.
Tarım kesimindeki % 40’lık gruba girenler lehindeki 0.5 puanlık bir iyileşmeye bakarak ve geri kalan % 60’lık hane halkının gelirlerindeki değişmezliği ya da toplam 0.5’lik azalışı esas alarak, gelir dağılımının bu sektörde daha müstakar (istikrarlı – stationnaire) ve adil olduğu sanılabilir. Kanımızca, bu aldatıcıdır. Zira, adeta üvey evlat muamelesi gören tarımın giderek fakirleşmesi sonucu, bu kesimdekiler, yoksullukta eşitleşmektedirler. Bu fakirleşmede, son yıllarda tarıma yönelik olarak hükümetlerin izlediği politikaların, IMF telkinlerinin, enflasyon oranları altında belirlenen destekleme alımlarının, bazı tarımsal ürünlerin destekleme fiyat haricine çıkarılmasının, kentlerin “cazibe merkezi” biçiminde algılanmasının ve bu nedenle kırsal alanlardan buralara sürekli göç olgusunun kaçınılmazlığının, şüphesiz büyük rolü vardır.
III. GELİR DAÄžILIMINDAKİ ADALETİN SAÄžLANMASINA YÖNELİK GELİR ve HARCAMA POLİTİKALARI
Piyasa mekanizmasının otomatik olarak oluşturduğu gelir ve servet dağılımındaki gayri adil yapının düzeltilmesi, günümüzde bütün devletlerin ortak bir sorunu haline gelmiştir. Dünyada, ülkeler içindeki gelir dağılımı eşitsizliğinin yanı sıra, ülkelerarasındaki gelir dağılımı eşitsizliği de artmaya devam etmektedir. BM Beşeri Gelişme Raporu’na göre, 1990’ların sonunda dünya nüfusunun en zengin ülkelerinde yaşayan % 20’lik bölümü dünya hasılasının % 86’sına, en alt dilimdeki % 20’si de % 1’ine sahip bulunmaktadır. Gerçekten, dünya genelinde teknolojik gelişmenin de etkisiyle ekonomik gelişme sürerken, diğer taraftan yoksulluk sorunu giderek daha ciddi boyutlar kazanmaktadır. Dünyada günde 2 doların altında gelirle yaşayanların sayısı 3 milyarı bulmaktadır. Bu durum 21. yüzyılın başlangıcı olan 2000 yılında da değişmemiş ve genelde en yoksul ülkelerin konumunda bir iyileşme olmamıştır. Bu yüzden, uluslararası gelir dağılımındaki adaletsizlik birtakım kaygılara neden olmakta ve bunun düzeltilmesi gerektiği konusu, beynelmilel kurum ve kuruluşlarda sıkça ifade edilmektedir.
Kişi başına gelir düzeyinin düşük olduğu bir ortamda gelir dağılımı da çok adaletsiz ise, orada endüstriyel gelişme de kuşkusuz sınırlı kalır. İnsan gücünün çağın üretim gereklerini karşılayabilecek düzeyde eğitim ve sağlık olanaklarına sahip olması, bireyin niteliğini, dolayısıyla gelirini arttırır. Geliri çok düşük düzeyde olan ailelerde beslenme ve sağlık koşulları, ailenin çocuğa verebileceği eğitim imkânının sınırlılığı, piyasaya nitelikli olmayan işgücünün arzı demektir. Bu da, çağımızda en çok ihtiyaç duyulan beşeri sermayenin hebasıdır. Diğer taraftan niteliksiz işgücünün milli gelirden alacağı pay da düşükse, bu durum gelir dağılımındaki çarpıklığı şüphesiz daha da bozar. Böylece, “gelir dağılımı bozukluğu- niteliksiz işgücü- gelir dağılımı bozukluğu” kısır döngüsü oluşturur. Bu, sosyo-ekonomik yaşam için patlamaya hazır bir bomba ile eşdeğerdir (Kazgan, 1991, s.2-3).
Devletin temel fonksiyonu, düşük gelirlilere daha az yük getirmek, gelir dağılımındaki uçurumları törpüleyerek yatay ve dikey adaleti sağlayacak bir gelir politikasını uygulamaya koymak, düşük gelirli gruplara yönelik eğitim ve sağlık hizmetlerini ön plâna çıkaracak bir harcama politikası izlemektir. Yâni, birbiriyle uyumlu, vergi ve harcama politikalarını işlerlik kazandırmak, düşük gelir düzeyinde olan sınıfların bütçelerini doğrudan ya da dolaylı yoldan düzeltmektir.
Gelir dağılımındaki adaletsizliği gidermek üzere, devletin elinde, iki etkin mali araç bulunmaktadır: Kamu harcamaları ve vergiler. Bir taraftan devlet , bazı mal ve hizmetleri düşük gelirlilere parasız olarak veya çok düşük bedellerle, maliyetlerinin altında sunarak veya bir üretim faktörü karşılığı olmaksızın transfer harcamaları yoluyla, diğer taraftan, yüksek gelir elde edenlerden artan oranlı tarifelerle sağlanan vergiyi, yine transfer harcamaları yoluyla düşük gelir gruplarına aktararak, piyasanın sağlayamadığı adil gelir dağılımını gerçekleştirmeye çalışması gerekmektedir.
Unutulmamalıdır ki, demokrasi eğitimsiz, niteliksiz, varlıksız büyük bir kitleyle, bunların tümünü sahip bir azınlığın üstünde yeşeren bir rejim olmayıp; aksine, yukarıda sayılan nitelikleri taşıyan geniş bir orta sınıfın varlığıyla gelişir.
Burada yapılmak istenen, fonksiyonelden ziyade kişisel gelir dağılımını baz alarak, gelir dağılımını bozucu etkenlerden sadece Türkiye’de izlenen vergi politikalarını ve yapılan sağlık ile eğitim harcamalarının gelir dağılımının eşitsizliğinde oynadıkları rolü vurgulanmaktır.
A. Gelir Dağılımındaki Adaleti Sağlama Aracı Olarak Vergi Politikaları
Gelirin yeniden dağılımını sağlayan araçlardan bir tanesi de vergi politikalarıdır. Zira, verginin sosyal amacı, gider politikası önlemleriyle yeterli düzeyde gerçekleştirilemeyen gelir ve servetin ekonomik yönden güçsüz olanların lehine, politik olarak istenilen düzeyde dağıtılmasını sağlamaktır (Neumark, 1975, s.21). İzlenen vergi politikaları, vergilemede ödeme gücünün dikkate alınıp alınmadığı, vergi oranı, vergilerin niteliği (dolaylı-dolaysız), vergi denetiminin dozajı ve yansıtılma olanaklarının varlığına bağlı olup, tüm bunlar gelirin yeniden dağılımı üzerinde etkilidir.
Vergi, kamu giderlerini karşılamak ve/veya sosyo-ekonomik yaşamın gerektirdiği önlemleri almak üzere, mali gücü olanlardan, onların bu güçleriyle orantılı, zorunlu, karşılıksız ve nihai olarak yapılan ödemelerdir. Kamusal mal ve hizmetlerin finansmanında, bunlardan yararlananlara paylaştırılan bir vergi adalete uygun düşecektir. Uyulması gereken norm, Anayasamızın 73. maddesinde “mali güç” olarak belirtilmiş olup, bunun anlamı; gerek yeni vergilerin ihdasında ve gerekse mevcutlarda değişiklik yapılırken, kişilerin mali güçleri kavranarak vergilerin bu güç üzerine oturtulmasıdır. Şüphesiz, bir vergi, mali güce uygunluğu ölçüsünde adaletlidir ve maliye politikasının sosyal amacına da uygundur.
Ülkedeki vergi yükünün hangi gelir grupları tarafından paylaşılacağı sorununun, ödeme gücü ilkesi dikkate alınarak çözümlenmeye çalışılması en rasyonel ve adil bir yoldur. Bilindiği gibi, herkesin iktidarıyla orantılı vergi ödemesi anlamına gelen ödeme gücü ilkesinin gelir, servet ve harcama olmak üzere üç temel göstergesi vardır. Bu bağlamda, “gelir, servet ve harcama üzerinden alınan vergiler” şeklinde yapılan sınıflandırma en yaygın olanıdır. Hangi tür vergilere daha fazla ağırlık verileceği, ekonomik yapı, siyasi ve iktisadi sistemin niteliği, iktidarların felsefeleri, baskı gruplarının etkinlik ve eğilimleri vb farklı etmenlere bağlı olarak değişmektedir. Bununla birlikte, ödeme gücüne ulaşmada kullanılan araçlar olarak kabul edilen “en az geçim indirimi, artan oranlılık, ayırma ilkesi” gibi müesseseleri bünyesinde taşıyan gelir vergisi, çağımızın en verimli, adil ve yaygın vergisi olarak kabul edilmektedir. Harcama vergileri, yeterince şahsileştirilemediği için, adil olmayan vergiler kategorisinde yer alırken; servet vergileri, mali amaçtan ziyade sosyal amaçlarla konulduğundan, toplam vergi gelirleri içinde önemli bir yer tutmamaktadır.
Bununla beraber gelir, servet veya harcamanın sadece vergiye konu olmasıyla adaletin sağlanması, kuşkusuz beklenemez. Önemli olan, verginin, kişilerin gerçek ödeme güçlerini ortaya çıkaracak şekilde gelir, servet veya harcama üzerine inşasıdır. Bu ise, farklı ödeme gücü olanların farklı vergi yüküyle karşı karşıya kalmaları (dikey adalet), aynı ödeme gücündekilerin de aynı vergi yüküne tabi kılınmalarıyla (yatay adalet) mümkün olur. Vergi yükünün, o verginin istisna, muafiyet, indirim, matrah ve tarife yapısına bağlı olduğu düşünüldüğünde, bu unsurların vergi adaletine ulaşmada çok önemli bir yerinin olduğu görülür. Burada, mevcut unsurların mükellefin vergi ödeyebilme gücünü ortaya çıkarabilecek şekilde (örneğin en az geçim indirimi, ayırma ilkesi vb.) düzenlenmesi oldukça önemlidir. Dolayısıyla, ödeme gücü dikkate alınmadan uygulanacak bir vergi sistemi, hiç şüphesiz gelir dağılımını bozar. Türkiye’de, ödeme gücü kriterine göre yatay ve dikey adaleti sağlayıcı bir vergi sisteminin uygulanmasına engel teşkil eden iki önemli faktör: enflasyon ve vergi sisteminin yapısıdır.
a) Enflasyon ile Vergi Yükü Arasındaki İlişki
Fiyatlar genel seviyesinin sürekli ve önemli bir ölçüde yükselmesi şeklinde kendini gösteren enflasyonun vergi gelirlerini artırma yanında, gelir dağılımındaki bozucu etkisinin varlığı da kuşkusuzdur. Başta Milton Friedman olmak üzere, birçok iktisatçının gizli bir vergileme yöntemi olarak gördüğü enflasyon, devlete gelir sağlama aracı olarak maliye politikalarında yer almakla birlikte, aynı zamanda bir vergi yükü dağılımı aracı işlevini görmektedir (Pamak, 1978, s.120).
Vergi yükü, enflasyon dönemlerinde düşük ve orta gelir grupları üzerinde daha yoğunluk kazanmakta ve onları olumsuz yönde etkilemektedir. Zira, enflasyon nedeniyle düşük ve orta gelirli grupların nominal gelirleri daha üst seviyedeki dilimlere girmekte, böylece bu grupların reel gelirlerinde artış olmayıp aksine azaldığı halde, nominal artış nedeniyle cari gelir seviyesindeki toplam vergi oranları artmakta ve sonuçta, vergi yükleri daha da ağırlaşmaktadır Öner, 1994, s.988). Nitekim, Türkiye’de yıllardır yaşanan enflasyonun yarattığı olumsuzluk nedeniyle, vergi yükünün düşük gelir grupları üzerinde kaldığı yadsınmaz bir gerçektir.
Fiyatlar genel seviyesinin yükselmesi durumunda, gelirleri bu fiyatlardan daha düşük bir hızla artan düşük gelirli grupların reel gelirlerinin azalmasına mukabil, enflasyona göre kendilerini çeşitli araçlarla donatan yüksek gelir grupları enflasyondan menfi değil hatta müspet yönde etkilenmekte, dolayısıyla reel olarak kazançlı çıkabilmektedirler. Fert başına milli gelirin aynı dönem içinde değişmediği varsayılırsa, enflasyon, gelirleri fiyatlardaki artıştan daha yavaş artanlardan daha hızlı artanlara doğru gelir aktarmaktadır.
Enflasyon, mal piyasasında, sadece parasal satın alma gücünü reel satın alma gücüne dönüştüren bir faktör olarak değil; eş zamanlı olarak faktör piyasasında da, faktör fiyatlarını ve özellikle faiz haddini etkileyerek, bireyler arası servet kaymalarına ve gelirin değişik dönemlerde yeniden dağılımına da yol açar.
Türkiye’de gelir vergilerinin tahsilat sistemi yatay ve dikey adaletin sağlanmasına imkân vermemektedir. Vergileri kaynaktan kesilen ücretliler, enflasyonun yarattığı şişkinlik dolayısıyla yasalarla öngörülenden daha ağır vergi yüküne maruz kalırken, gelirini bir sene sonra beyan edip vergisini üç taksitte ödeyen beyannameli mükellefler ise, enflasyonun yarattığı erozyon nedeniyle, yasalarla öngörülenden daha az vergi yüküne maruz kalmaktadırlar.
Bunun yayında, enflasyon ortamında, farklı yükümlülerin farklı zamanlarda vergilerini ödemeleri, vergi eşitsizliği doğurmaktadır. Yâni enflasyonist aşamada gelirler, aynı oranda vergilendirilse bile, ödeme zamanlarının farklı oluşundan kaynaklanan tahsilat gecikmesi, değişik gelir unsurlarına reel olarak farklı vergisel yük getirmektedir ki, maliye yazınında bu “Tanzi etkisi” olarak adlandırılır. Nitekim, aşağıdaki tablo 6’da bu durum, açık bir şekilde görülmektedir.
Tablo:6
Vergi Ödemelerindeki Gecikme ve Enflasyon Oranının Reel Vergi Değeri Üzerindeki Etkisi
Aylık enflasyon oranları
Vergi Ödemelerindeki Aylık Gecikme
0
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
0
1.00
1.00
1.00
1.00
1.00
1.00
1.00
1.00
1.00
1.00
1.00
1.00
1.00
1
1.00
0.99
0.98
0.97
0.96
0.95
0.94
0.93
0.92
0.91
0.90
0.90
0.89
1.5
1.00
0.99
0.97
0.96
0.94
0.93
0.91
0.90
0.89
0.87
0.86
0.85
0.84
2
1.00
0.98
0.96
0.94
0.92
0.91
0.89
0.87
0.85
0.84
0.82
0.80
0.79
3
1.00
0.97
0.94
0.91
0.89
0.86
0.84
0.81
0.79
0.77
0.74
0.72
0.70
4
1.00
0.96
0.92
0.89
0.85
0.82
0.79
0.76
0.73
0.70
0.68
0.65
0.63
5
1.00
0.95
0.91
0.86
0.82
0.78
0.75
0.71
0.68
0.65
0.61
0.58
0.56
6
1.00
0.94
0.89
0.84
0.79
0.75
0.70
0.67
0.63
0.59
0.56
0.53
0.50
7
1.00
0.93
0.87
0.82
0.76
0.71
0.67
0.62
0.58
0.54
0.51
0.48
0.44
8
1.00
0.93
0.86
0.79
0.74
0.68
0.63
0.58
0.54
0.50
0.46
0.43
0.40
9
1.00
0.92
0.84
0.77
0.71
0.65
0.60
0.55
0.50
0.46
0.42
0.39
0.36
9.4
1.00
0.91
0.84
0.76
0.70
0.64
0.58
0.53
0.49
0.45
0.41
0.37
0.34
10
1.00
0.91
0.83
0.75
0.68
0.62
0.56
0.51
0.47
0.42
0.39
0.35
0.32
20
1.00
0.83
0.69
0.58
0.48
0.40
0.33
0.28
0.23
0.19
0.16
0.13
0.11
30
1.00
0.77
0.59
0.46
0.35
0.27
0.21
0.16
0.12
0.09
0.07
0.06
0.04
40
1.00
0.71
0.51
0.36
0.26
0.19
0.13
0.09
0.07
0.05
0.03
0.02
0.02
50
1.00
0.67
0.44
0.30
0.20
0.13
0.09
0.06
0.04
0.03
0.02
0.01
0.01
Kaynak: Vito Tanzi; Public Finance in Developing Countries, England, Edward Edgar Pub. Ltd., 1991, s.107.
Vergi sistemine ilişkin ortalama gecikme süreleri hesaplandığında, vergilerin fiyat esnekliği bire eşit olduğu varsayımı altında, bir liralık bir vergi gelirinin reel değeri üzerinde farklı gecikme ve enflasyon oranlarının yapacağı etki şöyle formüle edilebilir (Tanzi, 1989, s.647):
R=1/(1+P)n
Burada;
R= Vergiyi doğuran olayın meydana geldiği dönemin fiyatlarıyla ifade edilen 1 liralık verginin tahsil edildiği dönemdeki reel değeri,
P= Aylık enflasyon oranı,
n=Ay olarak kabul edilen gecikme süresini ifade eder.
Söz konusu formül, verginin reel değerinin enflasyon oranı ve gecikme süresi ile ters orantılı olduğunu göstermektedir. Şimdi bu formülden yararlanarak, farklı enflasyon oranları ile gecikme sürelerine göre ve fiyat esnekliğinin birim olduğu varsayımı altında vergi gelirlerinin reel değerinde meydana gelen azalmayıTanzi etkisini tablo 6’da açıkça görmek mümkündür.
Anılan tablonun dikey sütununda aylık enflasyon oranları, yatay sütununda da “0” dan başlayarak 12 aya varan gecikmelerle vergi toplandığı varsayımı altındaki gecikmeler yer almakta; veri olan bir enflasyon oranında, “0” dan 12 aya kadar değişen gecikme süresi boyunca, gelir üzerinden alınan vergiler hasılatının reel değerindeki değişikliği (azalmaya) gayet net göstermektedir.
Eğer enflasyon oranı sıfır olursa, toplanan paranın reel değeri zaman içinde değişmemek kaydıyla, vergilerin değerinde bir düşme olmayacaktır. Fakat, sıfır enflasyonda bile vergi mükellefinin verginin ertelemesinden doğan bazı avantajları elde etmesi söz konusudur. Şüphesiz, iskonto oranı ne kadar yüksek olursa, veri olan bir gecikmeyle ilişkili olarak, ortaya çıkan avantaj da o derece büyük olacaktır Tanzi, 1989, s.106).
Yukarıdaki tabloda da görüleceği üzere, ortalama aylık enflasyon oranı %10 olduğundan, vergiler sıfır gecikme ile tahsil edilirse, vergi hasılatında reel olarak bir düşme olmayacaktır; fakat, bir aylık gecikmeyle tahsil edildiğinde %9’luk, 5 aylık bir gecikmede de %38’lik bir düşmeye maruz kalacak ve bu durum böylece devam edip gidecektir. Kısaca, aylık ortalama enflasyon oranı ne kadar yüksek, ödemedeki gecikme ne kadar uzun olursa verginin reel değerinin uğrayacağı düşme o kadar büyük olacaktır. Bu durum, tablodaki satırlardan aşağı doğru inilip soldan sağa doğru okunduğunda, daha net bir biçimde izlenebilmektedir (Tanzi, 1980, s.77).
Enflasyon etkisi, advalorem tarifeli vergilerde, uygulanan tarife tipine göre, farklılık gösterir. Vergi tarifesinin düz oranlı olduğu durumlarda, matrahın her düzeyi için uygulanan ortalama vergi oranı aynıdır. Dolayısıyla vergi yükü, düz oranlı bir tarifede fiyat artışlarından etkilenmezken, artan oranlılarda, enflasyonun etkisi daha farklıdır. Fiyatlardaki artış ile matrah da büyümekte ve artan oranlara geçilerek ortalama vergi oranı yükselmektedir. Başka bir söylemle, enflasyon dönemlerinde, parasal gelirin artması sonucu mükellef, daha yüksek oran üzerinden vergilemeye tabi olmakta; dolayısıyla vergi borcunun artış hızı fiyatlardaki artış hızından daha yüksekse, reel vergi yükü de artmaktadır (Mutlu, 1994, s.42).
Hemen belirtelim ki, advalorem tarifeli vergilerde enflasyonun nispî vergi yükleri üzerindeki etkileri farklıdır. Vergi matrahını ve vergi tarifesini etkileyen enflasyon, hem yatay hem de dikey olarak vergi adaletini bozar. Bu bağlamda, özellikle artan oranlı tarifeli gelir vergilerinde tarifenin yükselen bölümünde kalan mükellefler için vergi yükü artarken, tarifenin düzleştiği bölümdeki mükellefler için mutlak yük değişmediği halde, nispî yük azalır; dolayısıyla dikey eşitlik bozulmuş olur. En tipik olarak bu sorun, artan oranlı gelir vergilerinde karşılaşılır (Önder, 1979, s.56). Artan oranlılık, günümüz vergicilik anlayışı açısından ödeme gücüne ulaşmada vazgeçilmez bir araç niteliği taşımaktadır; fedakârlıkta eşitliğin sağlanabilmesinde ve toplumdaki gelir dağılımı eşitsizliğinin giderilmesinde kendisine başvurulabilecek yöntemlerden biri ve belki de en önemlisidir. Bununla beraber, enflasyon dönemlerinde amacına ters bir işlev üstlendiği de yadsınmaz bir gerçektir.
Türkiye’de, vergi dilimlerindeki genişlemenin enflasyon oranının altında artış göstermesi ve vergi dilim sayısının azaltılması, buna karşın nominal gelirdeki artışların, daha fazla düşük gelir gruplarının vergi tarifelerini üst basamaklara taşıyarak onların yüksek oranda vergilendirilmelerine sebebiyet vermektedir (Kırbaş, 1998, s.296). Bu ise, yüksek oranlı vergilerin enflasyonla eşzamanlı süreçte birbiriyle örtüşerek “gelir dilimi kayması (bracket creep)” na ve mükelleflerde, kendilerinin sömürüldükleri hissine kapılmaya neden olmakta ve onları vergiye karşı direnmeye götürmektedir.
Enflasyonun vergi yükünü artırıcı etkisini belirleyen etkenlerden biri de, kuşkusuz vergiden kaçınma ve kaçırma olanaklarının derecesidir. Gerek vergiden kaçınma, gerekse vergi kaçırma olanakları, ekseriyetle bazı sermaye gelirleri ve üst gelir grupları için daha fazladır. Bu da, Türk vergi sisteminin aksayan bir diğer ayağıdır.
Özellikle, 1990 sonrası iyi örgütlenemeyen ve uygulanan ücret politikası yüzünden birikimli denetim personelini sürekli yitiren Maliye Bakanlığı bünyesinde yer alan denetim elemanlarınca yapılan denetimin sembolik boyutta kalması da vergi kaçırma olgusuna destek olmuştur. Son dönemlerde Emniyet Teşkilatınca yapılan (Balina, Şafak vb.) operasyonlarda ortaya çıkan - belki de aysbergin sadece görünen kısmını oluşturan - olaylar, vergi kaçakçılığının ülkemizdeki vardığı dehşet ve umulmaz boyutu göstermektedir.
Özetlersek, bir vergi sistemi iki ana ölçüte göre değerlendirilir: Etkinlik ve eşitlik. Etkinlik ölçütüne göre, en iyi vergi sistemi, ekonomide en az refah kaybına sebebiyet verendir. Eşitlik ölçütünde ise, vergilemeden doğan yükün toplumun fertleri arasında nasıl dağıtılması gerektiği ile ilgilidir. Bu yük, yalnız vergi ile transfer edilen kaynakların reel değerinden ibaret olmayıp aynı zamanda refah kaybını da içerir. Vergi sistemimizde, bugünkü haliyle her iki ölçütü de bulmak maalesef olanaksızdır.
Yukarıda söylenenlere ek olarak; enflasyonun vergi sistemi üzerinde gerek olumsuz tesirler yaratarak ve gerekse sistemdeki mevcut bazı muafiyet ve istisnaları eriterek, bunlardan yararlanarak vergi dışı kalmaları gereken bazı mükelleflerin vergilendirilmek suretiyle cezalandırıldıklarını kolaylıkla söylenebilir. Şüphesiz bu, düşük gelirliler üzerindeki vergi yükünün artması anlamını taşır (Nemli, 1979, s.179).
Vergi kanunlarımızın ana iskeleti, genellikle, enflasyonun çok düşük olduğu-hatta hiç olmadığı- dönemlerde hazırlandığından, enflasyonun etkisi göz önünde tutulmamıştır. Bu şekilde oluşturulan vergi mevzuatıyla enflasyon ortamına girildiğinden, vergi sisteminin enflasyona karşı korunması sorunu çok geçmeden gündeme gelmiştir. Oysa teoride, genellikle mevcut bir vergi sisteminin enflasyondan bağışık tutulması şu beş varsayımın varlığına bağlıdır: 1) Göreli fiyatların değişmeyeceği; 2) Herhangi bir kimsenin alacak veya borcunun bulunmayacağı; 3) Gelir vergilerinin düz oranlı olacağı; 4) Harcama vergilerinin advalorem ve tek oranlılığı; 5) Vergi tahakkuku ile vergi tahsili arasında zaman aralığının olmayacağı. Ancak günümüzde, bu varsayımların tamamen ve eşanlı olarak birlikte gerçekleşme imkânı maalesef yoktur (Şanver, 1990, s.149-150).
b) Vergi Sisteminin Yapısı ile Vergi Yükü Arasındaki İlişki
Belirteyim ki, Türkiye’de vergilerin kompozisyonunun (dolaylı – dolaysız) ve her bir vergiye ilişkin yasal düzenlemelerin kendi içindeki mantıksal tutarlılık ya da tutarsızlıklarının, gelir dağılımını olumlu veya olumsuz etkileyeceği kuşkusuzdur. Ancak bizde bu etki, genellikle olumsuzdur.
i) Dolaylı- Dolaysız Vergiler
Özel kesime kaynak aktararak ve iç talebi kısarak ihracata dönük bir yapısal değişimi öngören 1980 sonrası uygulanan iktisadi ve mali programlar, bir taraftan ihracatta iç vergi maliyetlerini mahsup edilebilir hale getirmek, diğer taraftan da iç talebi kısma programına destek vermek ve vergi teşviklerinin yol açtığı kaynak kaybını telâfi etmek üzere, dolaylı vergilere ağırlık vermiş ve bu uygulamaya daha sonraki yıllarda da sürdürerek, adeta vergi yükünü alt ve hatta yoksul gelir gruplarına mal eder hale dönüştürmüştür (Oyan, 1993, s.152-167). Bir yandan, dolaylı vergilerin tahsillerinin kolay ve ekonomik olması, diğer yandan da siyasal partilerin kendilerini iktidar eden varsıl kesimleri vergilendirecek öngörüden yoksun bulunmaları, dolaylı vergilerin toplam vergiler içerisindeki payının giderek büyümesini süreklilik kazandırmıştır.
Her ne kadar zamanımızda, gelişmiş ülkelerdeki vergi sistemleri “dolaysız vergiler”den “dolaylı”lara doğru bir trend gösteriyorsa da, o ülkelerdeki gelir düzeyinin yüksekliği, sosyal nitelikli transfer harcaması uygulamaları, sosyal güvenlik sisteminin yaygınlığı, KDV oranlarının harcama kalemlerinin aile bütçesindeki önemlerine göre kategorize edilerek saptanması ve minimum geçim düzeyi altında bulunan sosyal katmanlara gelirlerinin artırılması bağlamında geliştirilen direkt müesseseler ve bu mahiyetteki diğer uygulamalar nazara alındığında, harcama vergileri şahsileştirilmekte (subjectivité) ve bu vergilerin gelir bozucu özelliği ortandan kalkmaktadır. Oysa, yukarıda anılan müesseseler ülkemizde mevcut olmayıp, vergilerin fiskal amacı ön plânda tutulmakta ve hiçbir şahsileştirme yapılmaksızın, yoksul zengin ayırımı gözetilmeden her kesime eşit olarak KDV oranları uygulanmaktadır. Bu ise, yoksul tabakaların marjinal harcamaları üzerindeki vergi yükünü çekilmez kılarken, varlıklı kesimin harcamalarının vergisini giderek hafifletmektedir.
Tablo 7’deki verilerden de açıkça anlaşılacağı üzere, Türkiye’deki toplam vergi gelirleri içerisinde dolaylı vergilerin payı giderek artmakta ve bu suretle mevcut kişisel gelir dağılımındaki bozukluk, uygulanan vergi politikasıyla, daha çarpık bir hale getirilmiş olmaktadır.
Her koşulda, dolaylı vergilerin adaletsiz olduğunu ileri sürmek elbette mümkün değildir. Meselâ, dışsallık yaratan üretim ya da lüks mallar üzerine salınan dolaylı vergiler “düzeltici” nitelikte ve bozuk olan bireysel gelir dağılımını kısmen dengeleyen vergilerdir. Türkiye’de bazı ithalat kalemleri üzerine uygulanan yüksek fonlar, dolaylı vergi oranlarını yükselterek, gelir dağılımını bozmamakta, “aksi düzeltici” bir işlev görmektedir. Bununla beraber unutulmamalıdır ki, bu tür vergilerin, benzer iç üretim kalemleri üzerindeki koruyucu etkileri hasebiyle, tekelci piyasa oluşmasına ve tüketici rantlarının aşırı kâr olarak üreticiler tarafından sömürülmesine neden olmaları gündeme getirilebilir. Böylece, bu vergiler, endirekt yoldan bozucu etki de oluşturabilmektedirler. Dolaylı- dolaysız vergilerde dikkat edilmesi gereken bir nokta da, dolaysız vergilerin her koşulda yatay ve dikey vergi adaletini sağlayamayacağı ve bu yüzden gelir dağılımını düzeltici sonuç oluşturmaktan uzak olabileceğidir (Kazgan-Önder, 1992, s.118). Türk Vergi Sistemindeki yaygın ve dengesiz (menkul sermaye iradı elde edenlere yönelik indirim oranının onlara sağladığı fevkalâde katkı ile özel indirimin sağladığı sembolik katkı vb.) ayrıcalıklar, bir bakıma yukarıda değinilen enflasyonun vergi sistemi üzerindeki bozucu ve çarpıtıcı sonuçlarıyla birleşmekte; diğer yandan, vergisel mevzuatın dağınıklığı ve bünyesindeki hazineci yaklaşımla oluşturulan birtakım uygulamaların (Hayat standardı esası gibi) varlığı, vergi adaletini sağlama şöyle dursun, mevcudu bozucu yönde etkilediği görülmektedir.
Tablo : 7
Konsolide Bütçe Vergi Gelirleri
Cari Fiyatlarla (Milyar TL)
Toplam bütçe gelirleri içindeki Pay ( %)
Yıllar
Dolaysız
Dolaylı
Toplam
Dolaysız
Dolaylı
Toplam
1980
471
279
750
51,64
30,59
82,24
1981
768
423
1.191
55,13
30,37
85,50
1982
827
478
1.305
57,23
33,08
90,31
1983
1.149
785
1.934
49,96
34,13
84,09
1984
1.382
990
2.372
49,27
35,29
84,56
1985
1.826
2.004
3.830
39,58
43,44
83,03
1986
3.106
2.866
5.972
43,42
40,06
83,48
1987
4.492
4.559
9.051
43,01
43,65
86,66
1988
7.066
7.166
14.232
40,18
40,75
80,92
1989
13.645
11.905
25.550
43,50
37,95
81,45
1990
23.657
21.742
45.399
42,83
39,36
82,19
1991
41.094
37.549
78.642
42,48
38,81
81,29
1992
71.393
70.209
141.602
40,98
40,30
81,28
1993
128.324
135.949
264.273
36,52
38,69
75,21
1994
283.733
304.027
587.760
38,08
40,80
78,88
1995
460.437
623.913
1.084.350
33,03
44,76
77,79
1996
883.607
1.360.487
2.244.094
32,70
50,35
83,05
1997
1.931.970
2.813.514
4.745.484
33,60
48,93
82,53
1998
4.303.893
4.929.037
9.232.930
36,21
41,46
77,67
1999
6.712.882
8.094.385
14.807.267
35,38
42,66
78,04
Kaynak: Maliye Bakanlığının değişik yıllara ait Bütçe Gerekçeleri
ii) Vergi Mevzuatındaki Tutarsızlıklar
Dolaylı vergilerin adaletsizliği bir yana, en adil olduğu ileri sürülen gelir vergisinin çerçevesini oluşturan 193 sayılı Gelir Vergisi Kanunu da, mevcut yapısıyla, gelir dağılımını olumsuz yönde etkilemektedir. Nitekim, bu bağlamda sırf fiskal amaçlar gözetilerek çağdaş vergilendirmenin ön plânda tuttuğu müesseselerden (örneğin en az geçim indirimi, ayırma kuramı, şahsileştirme vb.) tâviz verilmiş, popülist nedenlerle, üniter gelir vergisinin yapısını bozucu bazı vergisel teşvikler fütursuzca uygulamaya konulmuştur. Bu da, şüphesiz gelir dağılımındaki bozukluğu etkileyen önemli faktörlerdendir.
Unutmamak gerekir ki, fiskal hasılada azalmaya sebebiyet veren her vergi teşviki sonuçta ya kamu hizmetlerinin nitelik ve niceliğinin bozulmasına, ya başka kişilerin ve sektörlerin haksız bir biçimde ağır vergi yüküne muhatap olmalarına veya açık finansman yöntemine başvurulmasına neden olur. Bunun anlamı, teşvik görenlerin kamusal finansmanda neden oldukları eksikliğin yükünü bazen toplumun belli bir dar kesimin ve bazen de toplumun bütününe yüklenmesi demektir. Bu nedenle önceden, teşvikler dolayısıyla ileride doğacak olumlu sonuçların topluma ne ölçüde yansıyacağının veya yansıyıp yansımayacağının da göz önünde bulundurulması gerekir TOBB,1992, s.25).
İhracatı teşvik ederek döviz girdisini sağlamayı esas alan 24 Ocak kararları çerçevesinde oluşturulan birtakım ihracata yönelik vergisel özendirmeler, her ne kadar 1980 sonrasında ihracatın gelişmesine katkıda bulunmuşsa da, bir yandan bu tür müşevviklerin sayı ve türünde çok cömertçe davranılması, öbür yandan oluşturulan mevzuatın dağınık ve anlaşılır olmaktan uzaklığı ve denetim mekanizmasının bilerek ya da bilmeyerek yeterince işletilmemesi, bu uygulamayı çok zaman geçmeden bir rant kollama endüstrisine dönüştürmüş ve böylece üretmeden zenginleşen bir sınıf yaratmıştır. Kuşkusuz bu uygulama, bilhassa vergi iadesi alınmasına yönelik yapılan hayali ihracat, hem teşvik sisteminin işleyişinde ve hem de bürokraside giderilmesi oldukça güç bir tahribat yapmıştır.
1980 sonrası başlayan ve günümüze değin süren “rant kollama politikası”nın bir sonucu olarak, bütçe harcama kalemleri içinde aslan payını alan faiz giderlerinin alternatifini oluşturan menkul sermaye iratlarının yeterince vergilendirilmemesi ve tarımsal kazançların tamamına yakın kısmının vergi kapsamı dışına çıkarılması vergilerin adil gelir dağılımına katkı sağlaması fonksiyonunu ortadan kaldırmıştır. Nitekim, zaman kaybettirilmeden asgari ücretin vergiye tabi tutulduğu ve daha ücret eline geçmeden vergisinin tevkif edildiği halde, aynı hassasiyetin diğer gelir unsurları ve özellikle iratlar açısından gösterilmediği herkesin malumu olan bir gerçektir. Zira, menkul sermaye iratlarının bir kısmı (mevduat faizi, repo, menkul kıymetler yatırım fonu katılma belgeleri) beyan edilmeden, düşük oranda, sadece stopaj yoluyla vergilendirilirken, geri kalan bir kısmı da enflasyondan arındırıldıktan sonra beyana tabi tutulmaktadır. Enflasyondan arındırma oranının yüksekliği (2000 yılında elde edilen irat için %151), bu tür iratların indirim oranına bağlı olarak tamamen veya kısmen beyan dışı kalmasına neden olmaktadır ki, şüphesiz bu da inanılması güç bir vergi kaybıdır. Hele bu tür iratlardan bazılarının (hazine bonosu faizi, devlet tahvil faizi, alacak faizi) tevkifat dışı bırakıldığı düşünülürse, vergi kaybı bilançosunun daha net kavranabileceği izahtan varestedir. Şüphesiz, enflasyonun devamlı olduğu bir ülkede gelir unsurları vergilendirilirken, bu gelir kalemlerinin enflasyondan arındırılması rasyonel ve çağdaş bir vergi uygulamasının gereğidir. Ancak ülkemizde, bu uygulamanın özellikle menkul sermaye iratları için geçerliği dikkat çekici olmakta ve gelir dağılımını belli kesimler lehine değiştirmektedir.
1980’li yıllardan günümüze değin, sermaye gelirlerindeki iyileşmenin bedelini büyük oranda emek ödemiştir. Bu dönemde, enflasyonla mücadele programları adı altında izlenen ücret politikalarının katkısıyla emek faktörünün milli gelirden aldığı pay oransal olarak azalırken, ücret üzerine bindirilen vergi yükü, genel anlamda, giderek artış göstermiştir. Gelir Vergisi şekil değiştirerek, anılan zaman kesitinde, adeta “ücret vergisi”ne dönüşmüştür. Buna karşın, vergiye tabi ücret matrahının tespitinde ayırma kuramı çerçevesinde tek düzenleme olarak yer alan “özel indirim” tutarı ise, gülünç denebilecek bir düzeyde tutulmuştur. Böylece, ikincil gelir dağılımının birtakım uygulamalarla düşük gelirli grupların lehine gerçekleştirme bir yana, Gelir Vergisi Kanunu tamamen aksi tarafa hizmet eder bir mahiyet kazanmıştır. Bu durum, tablo 8’de net bir şekilde gözükmektedir.
Hemen belirtmeliyim ki, Türk vergi sisteminde yer alan vergi güvenlik önlemleri, konuluş gerekçelerinden farklı bir yapıya bürünerek, vergi adaletini bozucu, gelirin adil olmayan dağılımına katkı yapan bir fonksiyon üstlenmiştir. Gelir Vergisi açısından en önemli güvenlik önlemi olan “yapılan gideri karşılayan bir gelir olmalı ki yaşam düzeyi sağlanabilsin” varsayımına dayalı hayat standardı esası, adeta götürü asgari vergileme mekanizmasına dönüşerek, az gelir elde eden için “korkulu bir rüya”, buna karşın çok kazanan mükellef açısından “en az vergi ödemenin bir kılıfı” olmuştur.
Tablo : 8
Ücretlilerin Ödediği Gelir Vergisinin Genel Bütçe Vergi Gelirleri İçindeki Payı
Toplam Vergi Gelirleri
Gelir Üzerinden Alınan Vergilerde
Toplam Gelir Vergisi
Yıllar
Ücretlilerin Tahakkuk
(1)
Toplam
Tahakkuk
(2)
Ücret.
Payı (%)
(1/2)
Toplam
Tahakkuk
(3)
Ücret.
Payı (%)
(1/2)
Tahakkuk
(4)
Ücret.
Payı(%)
(1 / 4 )
(Milyon TL)
(Milyon TL)
(Milyon TL)
(Milyon TL)
1988
2.670.387
18.545.678
14,4
8.492.886
31,4
5.907.661
45,2
1989
6.278.691
35.010.656
17,9
17.183.399
36,5
12.360.977
50,8
1990
13.044.999
64.692.667
20,2
30.195.580
43,2
23.705.848
55,0
1991
25.474.487
115.272.528
22,1
55.017.001
46,3
45.225.179
56,3
1992
45.666.660
204.042.114
22,4
96.262.277
47,4
82.213.722
55,5
1993
81.776.692
379.856.752
21,5
176.046.396
46,5
149.414.340
54,7
1994
128.207.848
724.850.114*
17,7
313.008.520*
41,0
251.938.262
50,9
1994
128.207.848
803.354.649**
16,0
338.527.194**
37,9
251.938.262
50,9
1995
237.737.949
1.456.399.367
16,3
601.656.007
39,5
454.969.811
52,3
1996
466.647.950
2.953.712.929
15,8
1.174.322.774
39,7
908.203.387
51,4
1997
962.774.084
6.158.045.507
15,6
2.521.178.398
38,2
1.963.404.827
49,0
1998
1.712.521.060
11.883.042.450
14,4
5.388.840.945
31,8
4.327.562.743
39,6
1999
2.707.632.741
19.409.244.092
14,0
8.660.920.599
31,3
6.334.251.766
42,7
* EDV,NAV,EMTV hariç ** EDV,NAV,EMTV dahil
Not: Ücret ve ücret sayılan ödemeler üzerinden tahakkuk ettirilen gelir vergisi tutarı, mahalli idarelere pay ayrılmadan önceki miktarı gösterdiğinden aynı bazda mukayese yapılabilmesi amacıyla, toplam vergi gelirleri, gelir üzerinden alınan vergiler, toplam gelir vergisi tahakkuku da brüt (Mahalli idare pay ve fonlar ayrılmadan önceki tutar) olarak dikkate alınmıştır.
Vergi politikasının gelir dağılımı üzerindeki etkinliği, kuşkusuz mükellef tabanının genişliğine bağlıdır. Ancak, Türk vergi sisteminde yer alan yoğun istisna ve muafiyetler ile birlikte vergi konusunun dar tutulması ve kayıt dışı ekonominin büyük boyutlara varması, vergi yükünün ödeme gücü olan herkese adaletli bir şekilde dağıtılmasını öngören “verginin genellik ilkesine” aykırılık teşkil ederek, vergide adaletsiz bir yapının meydana gelmesinin bir diğer nedenidir.
Bilindiği üzere, ödeme gücünü kavramaya en uygun vergi olan gelir vergisi, gelirin yeniden dağılımında uygulanacak vergi politikasının en önemli ve etkin aracıdır. Bu nedenle, vergilendirmeye esas alınacak gelirin tanımlanması oldukça kritik bir önem taşımaktadır. Genel olarak, geliri tanımlayan ve kapsamını belirleyen “kaynak teorisi” ve “net artış teorisi” olmak üzere iki teori vardır. Ancak, hiçbir ülkede saf anlamıyla ne kaynak teorisi ve ne de net artış teorisindeki gelirin tanımından yola çıkarak vergilendirme yapılabilmektedir. Gelişmiş ülkelerde (Amerika, Fransa, Almanya, İsviçre), vergilendirmenin mümkün olduğunca net artış teorisinde tanımlanan geliri kavrayacak biçimde yapıldığı görülür. Gelir Vergisi Kanunumuzdaki düzenleme, belirli bir kaynağa bağlı olarak elde edilen gelir unsurlarının yanı sıra, belirli bir kaynağa atfedilemeyen veya devamlılık unsuru taşımayan bazı gelir unsurlarını da ayrıca belirtmek suretiyle, sair kazanç ve irat olarak vergilendirilmektedir. Devamlılık arz etmeyen bazı gelir unsurlarının vergiye tabi olduğuna ilişkin açık ve özel bir hükmün yasada bulunmayışı bir eksikliktir. Her ne kadar, “sair kazanç ve iratlar” safi artış teorisine yakın ise de, vergi hukukumuzda esasen kaynak teorisi benimsenmiştir. Oysa kaynak kuramı, gelişen ekonomik hayata bağlı olarak elde edilebilen ve devamlılık niteliği bulunmayan gelir unsurlarını kapsamamakta; dolayısıyla yasada bir değişiklik yapılıncaya kadar, sözkonusu unsurlar, bireyin satın alma gücünü artırmasına karşın, vergilendirme dışı kalmaktadır. Kişilerin üretime katkıları dolayısıyla elde ettikleri gelirler vergilendirilirken, üretime katkısı şüpheli gelirlerin vergi dışı kalması, genellik ve eşitlik ilkesini zedeleyerek toplumda vergi ödemeye karşı bir direnci oluşturduğu kuşkusuzdur (Maliye Bakanlığı, 1998, s. 153-155). Bununla beraber, mevcut durumun meydana getirdiği rahatsızlığı gidermek, vergi tabanını genişletmek amacıyla çıkarılan ve “vergi reformu” olarak adlandırılan 4369 sayılı Yasa ile gelirin tanımı değiştirilerek kaynak teorisinden net artış teorisine geçilmek istenmişse de, bu düzenleme, daha uygulamaya girmeden, 4444 sayılı Kanunla 2003 yılına dek ertelenmiş bulunmaktadır.
Hemen Belirteyim ki, halihazır vergi tahsilat sisteminin yapısı da yatay ve dikey eşitliği bozmaktadır. Zira, bazı mükellefler (Yıllık beyan esasına tabi GV ve KV mükellefleri), yıllık gelirinin vergisini ertesi yılın Mart, Haziran ve Eylül veya Nisan, Temmuz, Ekim aylarında öderken, bazıları da (ücretler ve tevkifata tabi diğer gelir unsurları), henüz gelirlerine kavuşmadan vergilerini ödemektedirler. Zamanlama açısından toplanan paranın değeri düşünüldüğünde, bu durum, gelir vergisini öncellikle ödeyen mükellefler yönünden büyük bir haksızlığa neden olmaktadır. Her ne kadar, beyannameli gelir ve kurumlar vergisi mükelleflerinin tabi oldukları geçici vergi örnek olarak gösterebilir ise de, geçici verginin mahiyeti dikkate alındığında, bu uygulamanın anılan haksızlığı tamamen giderebileceği kanısını paylaşmak pek mümkün değildir.
Açıktır ki, vergileme yoluyla gelir ve servet dağılımındaki çarpıklıkların düzeltilmesi, vergilemenin mali olmayan (extra-fiscal) amaçları başındadır. Konu servet vergileri açısından bakıldığında, bunların toplumun geliri düşük kesimler üzerinde sosyal teskin edici bir rol üstlendikleri görülür. Diğer bir söylemle, servet vergilerinin “sosyal anestezi etkisi”vardır. Gelir dağılımının bozuk ve adaletsiz olduğu ülkelerde, bu etki daha da büyüktür. Oysa, Türkiye’de alınan servet vergilerinin gerek toplam vergi gelirlerine gerekse GSMH’ya oranı hem OECD hem de AB ortalamasının altında bir seyir izlemektedir ki bu, tablo 9’da kolaylıkla görülebilir.
Tablo : 9
Servetten Alınan Vergilerin GSMH’ya Oranı
Yıllar
Toplam OECD
Amerika OECD
Pasifik OECD
Avrupa OECD
EU 15
Türkiye
1975
1,8
3,4
2,4
1,6
1,6
1,1
1980
1,7
2,0
2,3
1,5
1,5
1,0
1985
1,7
2,0
2,5
1,5
1,5
0,7
1990
1,9
2,3
2,7
1,7
1,8
0,5
1992
1,8
2,5
2,7
1,6
1,7
0,5
1993
1,9
2,5
2,7
1,7
1,8
0,5
Kaynak: Maliye Bakanlığı, Vergi istatistikleri Yıllığı (1923-1996), s.97
B. Gelir Dağılımındaki Adaleti Sağlama Aracı Olarak Harcama Politikası
Maliye politikasının temel aracı olan bütçeler, ülkede uygulanmakta olan ekonomik faaliyetlerde devletin yerini ve rolünü belirleme özelliğine sahiptirler. Devletin kamu bütçesi aracılığıyla ekonomiye yaptığı müdahale, bir bakıma hükümetin siyasal tercihinin göstergesi olup, kaynak tahsisi üzerinde belirleyici bir işlev üstlenir. Bütçelerin harcama bileşimi, kamusal kaynakların toplumun hangi kesimleri gözetilerek ve hangi gereksinmelerinin karşılanmasında kullanıldığının yalın işaretidir. Gelir kanadıysa, söz konusu faaliyetleri yerine getirmek için gereken finansman yükünün toplumda nasıl dağıldığını gösterir. Böylece bütçeler, uygulanacakları yıl itibariyle, devlet hizmetlerinin toplumun hangi kesimlerine yöneldiğinin ve bu hizmetlerin finansman kaynaklarının nerelerden sağlandığının fotoğrafını oluştururlar.
Günümüzde, giderek daha aktif bir şekilde ekonomik ve sosyal yaşantıya müdahale eden devlet, uygulayacağı kamu harcamaları politikalarıyla, asgari geçim düzeyinin altında bulunan yoksul kesimlere doğrudan doğruya bedelsiz mal veya hizmet sunarak ya da sosyal transferler kanalıyla onların satın alma güçlerini yükseltme çabasını gösterebilme yeteneğine sahiptir. Nitekim, günümüz sosyal meşrepli devletlerin bu tür harcama politikalarını çok daha yaygın ve rahatlıkla uyguladıklarını kolaylıkla müşahede ederiz. Bazı ülkeler ise, böyle doğrudan bir harcama politikasını uygulamak yerine, bu kesimin ağırlıklı olarak yararlandığı sağlık, eğitim harcamalarını öncelik vermek ve bunların devlet bütçesi içindeki nispi yüklerini artırmak suretiyle gerçekleştirirler.
Şimdi, gelir dağılımını yoksul kesimler lehine düzeltici varsayılan harcama kalemlerinden sağlık, eğitim ve sosyal nitelikli transfer harcamalarının 1980 – 2000 yılları arasındaki seyri inceleme konusu edilecektir.
a) Sağlık Harcamaları
Günümüzde, “sağlıklı insan” söylemiyle, onların sadece hasta ya da sakat olmamaları değil, ayrıca ruhsal ve sosyal bakımlardan daha iyi durumda olmaları anlaşılmaktadır. Gelişmiş ülkeler, sağlık politikalarını bu anlayışa uygun olarak geliştirdiklerinden, bu konuda devlete önemli görevler yüklemişler; özellikle genel sağlık ve koruyucu hekimlik harcamalarının toplumun tümünü kapsayacak biçimde yaygınlaştırmışlar; bu yüzden de devletin sağlık hizmetleri alanındaki üretimi “tam kamusal mal” olarak nitelendirilmiştir.
Sağlık, tek tek fertlerin olduğu kadar, bir bütün olarak toplum hayatında da birinci derecede önem taşıyan bir olgudur. Bu nedenle sağlık hizmetleri, hemen hemen tüm ülkeler tarafından desteklenmektedir. Genellikle devlet müdahalesi şu üç biçimde yapılabilir: Hizmet arzı; düzenleme ve vergileme; destekleme. Gelişmiş ülkelerde bile sağlık harcamalarının büyük payı kamunundur. Bir çok ülkede hastaneler ekseriyetle kamuya aittir. Devlet, uygulamacıların eğitimlerini üstlenip, gerekli özelliklerin neler olacağı konusunda düzenlemeler yapar. Ayrıca, sağlık hizmetlerini ya bedelsiz ya da yüksek oranda destekli fiyatla dağıtır. Hatta hizmet dağıtım sisteminin piyasa orijinli olduğu ABD’de bile, kamuya ait hastane inşaatı, fakir ve yaşlıların tedavi harcamalarını destekleme gibi yoğun devlet düzenlemeleri söz konusudur. Devletin sağlık hizmetlerini desteklemesinin diğer nedeni de, sosyal adalet endişesidir. Desteklemenin sosyal adaleti etkin olarak gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği, kuşkusuz adalet kavramının tanımına ve devlet desteğinin şekline bağlıdır.
Gelir dağılımı politikaları açısından en önemli bir harcama kalemi olan sağlık harcamalarının genel seyrine bakıldığında, ülkemiz açısından, bu harcamaların gelir dağılımına olumlu katkıda bulunduğunu söylemek pek mümkün değildir. Mamafih, Türkiye, Avrupa ülkeleri içinde bütçesinden sağlığa en az pay ayıran ülke konumundadır. Türk Tabipleri Birliği, 14 Mart 2001 sağlık haftası nedeniyle yayınladığı broşürde, Türkiye’nin kendi gelir grubundaki ülkeler arasında Sağlık Bakanlığı'na en düşük kaynak ayıran iki ülkeden biri olduğunu vurgulamaktadır. Türkiye ile aynı gelir dilimine yerleştirilebilecek (2500-4000 dolar) toplam 14 ülkenin, Türkiye dışında yalnızca birisinde(Meksika) Sağlık Bakanlığı bütçesinin genel bütçe içindeki payı %3'tür. Diğer 12 ülkenin tümünde bu oran daha yüksektir ve %5 ile %21 arasında değişmektedir (Örneğin Botsvana ve Brezilya'da %5, Kosta Rika'da %21, Panama'da %18 şeklinde olduğu görülüyor).
Keza, Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu (NUFPA) verilerine göre, birey başına dünyada en fazla sağlık harcamasını 1.914 Amerikan dolarıyla ABD yapıyor. Onu ikinci sırada 1.830 dolarla Almanya izliyor. Türkiye’de ise bu rakam, yalnız 187 dolardır. Nitekim bu gerçek, VIII. Beş Yıllık Kalkınma Planında, “sağlık hizmetlerine gerekli önceliğin verilememiş” ve bunların “yaygın, sürekli ve etkili sunumunun sağlanamadığı” açıkça ifade edilmiştir (s. 85). Bu çarpık gelişme, 1980-2000 bütçe içindeki yıllar itibariyle tablo 10’da gösterilmiştir.
b) Eğitim harcamaları
Pek çok ülkede, savunma hizmetlerinden sonra hatta bazen de önce gelen en önemli harcama kalemlerinden biri de eğitim harcamalarıdır. Bunun en önemli nedeni, eğitim hizmetlerinin değerlendirilmiş mal ve hizmetlerin en klâsik örneklerinden biri olmasıdır. Şüphe yok ki, bir ülkede yaşayan insanların refahı, asgari düzeyde eğitim ve sağlık standartlarına bağlıdır. Toplumdaki eğitim düzeyinin yüksekliği, üretim ve yönetimde etkinliği artıracağından, iktisadi gelişme ve reel milli gelir artışını da beraberinde getirir. Bu nedenle eğitim hizmetleri, özellikle gelişmekte olan ülkeler açısından, kamusal mal niteliğini taşır. Asgari düzeyde de olsa eğitimden toplumun yarar sağlayacağı gerekçesiyle, ilk ve orta eğitim devlet eliyle gerçekleştirilir.
Kuşkusuz eğitim, yoksul tabakaların vasıf ve becerilerini artırarak onların hem moral yönünden kendi kendilerine tatmin olmalarını ve hem de eksik rekabet ortamında nitelikli iş bulabilme (hatta yüksek ücret düzeyinde) olanağını sağlar. Gelişmiş ülkelerde eğitim hizmetlerinin bütün öğrencilere aynı kalitede verilmesine özen gösterilmekte ve bu suretle fırsat eşitliği sağlanarak gelir dağılımı önemli ölçüde iyileştirilmektedir. Böylece, çalışkan ve yetenekli vatandaşların içinde bulundukları bir sosyal sınıftan daha üst bir sınıfa atlamaları kendiliğinden sağlanmaktadır. Oysa Türkiye’de, bu imkân gerçek anlamıyla sağlanamadığından, eğitimin gelir dağılımını iyileştirici dışsallığı neredeyse kaybolmuş ve sosyal mobilite üzerindeki etkisi giderek azalmıştır (Şener, 1998, s.222). Eğitimin birey üzerine doğrudan yapılan bir yatırım olup bunun tıpkı bir canlı organizma gibi büyüyüp geliştiğini ve meyvelerini o bireyin ömrüyle sınırlı olarak verdiği gerçeğini göz önünde bulundurduğumuzda, eğitim- öğretim görmüş kimselerin refah payını artıracağı yadsınmaz bir gerçektir. Çağdaş anlamda, eğitimin şu dört amaca yönelik işlevi bulunmaktadır:
- Bireyin bütün niteliklerini uyumlu bir biçimde geliştirmek,
- Bireyin kişisel yeti ve becerilerini yükseltmek,
- Sorumluluk duygusuyla donatılmış, bilinçli bir toplumsal varlık yaratmak,
- Onu değişken ve çok boyutlu bir yaşama hazır hale getirmek.
Yukarıda sayılan eğitimin amaçları dikkate alındığında, sosyo-ekonomik kalkınma ile eğitim arasında doğrudan bir etkileşimin varlığı kendiliğinden görülür. Kalkınma, kurumlardaki değişikliğin ekonomik doğurganlığını sergilemek olduğuna göre, çağdaş anlamda ekonomik büyüme ve gelişme salt eğitimle mümkün olacaktır. Bu yüzden eğitim, hem ülkelerin – özellikle azgelişmiş ülkelerin ortak çaba ve umutları olan- kalkınmalarının gerçekleşmesinde ve hem de alt gelir gruplarındaki sosyal katmanları üst gelir düzeylerine yükselmek suretiyle ulusal gelirin dağılımında dengeleyici bir rol oynar. Bu bağlamda Rus iktisatçısı Profesör KAİROW “dört yıllık bir yaygın eğitim programının maliyetinin 43 katı bir sosyal yarar” kazandıracağını ileri sürmektedir (Kaya, 1974, s.14). Gerçek bu doğrultuda olmasına karşın, ülkemizde eğitime ayrıla pay, iç ve dış borç faiz ödemelerinin olumsuz baskısı ile içerisinde yaşanılan ekonomik krizlerin süreğenleşmesi olgulara bağımlı olarak oldukça küçüktür (Bkz. Tablo: 10).
Tabloda 10’da görüldüğü üzere, gelir dağılımında adaletin sağlanması amacına yönelik en etkin bir araç olarak kullanılabilen eğitim ve sağlık harcamaların bütçeden aldıkları pay oldukça düşük bir seyir izlerken, gelir dağılımındaki adaletsizliği daha da derinleştiren faiz giderlerinin bütçe harcamalarına oranı artmaktadır. Finansman yetersizliği dolayısıyla oluşan bütçe açıklarının borçlanmayla finanse edilmesi politikasının yarattığı “bütçe açığı- borç servisi – bütçe açığı” kısır döngüsü içinde bulunan Türkiye’de, iç borç faiz ödemelerinin bütçe harcamaları içinde payının giderek büyük boyutlara ulaşması, devletin genelde sosyal refahı, özelde ise gelir dağılımını düzeltici ve yoksulluğu azaltıcı politikalar uygulama imkânını daraltmıştır. Dolayısıyla, kamu açıkları böyle sürdüğü sürece, Türkiye’de gelir dağılımında adaleti gerçekleştirmeye yönelik bir harcama politikasının uygulanmasını beklemek pek olası görülmemektedir. Zira, faiz ödemeleri, halen bütçenin üçte birinden fazla olup, bütçeden eğitime, sağlığa, sosyal güvenliğe, adalet hizmetlerine, tarıma, çevreye ayrılan kaynakların toplamını aşan bir meblağa ulaşmaktadır ki bu, tek kelimeyle korkunçtur.
Tablo : 10
İdari- Fonksiyonel Ayırıma Göre Sağlık, Eğitim ve Faiz Harcamalarının
Konsolide Bütçeden Aldıkları Oransal Pay (%)
Yıllar
Sağlık
Eğitim
Faiz Ödemeleri
İç Borç
Dış borç
1980
4.4
16.1
2
1
1981
3,7
12.9
3
2
1982
2,9
13,9
2
3
1983
3,0
15.2
3
5
1984
3,1
14,2
5
7
1985
2,8
12,3
5
8
1986
2,7
11,6
8
8
1987
2,9
12,3
10
8
1988
3,0
12,5
15
8
1989
4,1
15,5
13
8
1990
4,7
18,8
14
6
1991
4,0
17,3
13
5
1992
4,0
19,7
14
4
1993
3,9
16,5
19
5
1994
3,5
13,4
26
7
1995
3,6
12,2
28
6
1996
2,8
11,0
34
4
1997
3,2
11,9
25
4
1998
2,6
12,4
36
4
1999
2,4
11,8
35
3
2000
2,3
9,4
28,4*
4,4
*Geçici, 31.07.2000 tarihi itibariyle
c) Transferler Harcamaları
Transfer harcamaları, kuramsal olarak, üretim faktörü kullanmayan, ele alınan dönem hasılasında bir değişiklik yaratmayan, yalnız, bazı kaynakların devlet kanalıyla kişi ve kurumlara karşılıksız olarak aktarılmasına neden olan harcamalardır. Bu harcamalar, temelde gelir dağılımında adalet amacına yönelik hizmetlerin karşılığıdır. Ancak, transfer harcaması türlerinin hepsi gelir dağılımını eşitleyici etkide bulunmazlar. Hatta, bazı transfer harcamaları gelir dağılımında bozucu etki yaratırlar. Örneğin, kişilere doğrudan doğruya yapılan parasal ve nesnel yardımların genellikle düşük gelirlilere ve emeklilere olduğu düşünülürse, bunların artışı, gelir dağılımını eşitleyici etkide bulunur. Piyasa fiyatlarının altındaki fiyatlarla mal ve hizmet sunulması, bu mal ve hizmetlerden herkesin eşit şekilde yararlanması söz konusu ise, gelir dağılımını değiştirici bir etki doğmamakta; ancak, bu mal ve hizmetlerden düşük gelirlilerin yararlanması durumunda gelir dağılımını eşitleyici etki yaratılmaktadır. Borç faizi ödemeleri ise, devlete borç verenlerin bulundukları gelir grupları ve faiz oranlarına bağlı olarak gelir dağılımı olumsuz değişebilmekte; hatta devlete borç verenlerin, genellikle yüksek gelir grubunda oldukları düşünüldüğünde, bu gelir dağılımını menfi yönde etkilemektedir (Ataç-Ataç, 1993, s.34-35).
Gelir dağılımıyla doğrudan bağlantılı olan transfer harcamaları, gelir dağılımındaki adaleti sağlamada devletin elinde en önemli bir araç iken, maalesef Türkiye’de uygulanan transfer sistemi, yoksullar ve yoksullaşma riskiyle karşı karşıya bulanan gruplar lehine gelirin yeniden dağılımını sağlayacak bir yapı yerine, yoksulu daha da yoksullaştıran ve gelir dağılımını varlıklı gruplar yararına, tersine yeniden dağılımı sağlayan bir niteliğe bürünmüştür.
Transfer harcamalarının bileşimine bakıldığında, maalesef bu harcamaların büyük bölümünün borç faizlerinden oluştuğu görülmektedir. Böylece, 1980 sonrası izlenen vergilerin borçlarla ikâme politikasının bir sonucu, borç faizleri büyük boyutlara ulaşarak konsolide bütçeden aldığı pay, diğer cari ve yatırım harcamalarının toplamını aşmıştır. Örneğin, 1999 yılında cari harcamalar %32.7, yatırım harcamaları % 5.5 oranında konsolide bütçeden pay alırken, transfer harcamaları % 62 oranına ulaşmıştır ki, böylece konsolide bütçe gelir dağılımını, maalesef olumsuz yönde etkileyen bir gelir transfer aracına dönüşmüştür.
Tablo : 11
Vergi Gelirlerinin Faiz Yükünü Karşılama Oranı (%)
Yıllar
Faiz/ GSMH
Vergi/ GHMH
Gelir Ver/ Top. Ver
GelirVer/ GSMH
Faiz Ödeme/ Vergi Gelirleri
1987
3
12,1
48,9
5,9
24,8
1990
3,5
11,4
51,2
5,8
30,7
1993
5,8
13,4
35,2
4,7
43,3
1994
7,7
15,1
32,8
5,0
50,9
1995
7,3
13,8
39,9
5,5
52,9
1996
10
15,0
38,6
6,9
66,7
1998
11,5
17,2
45,8
7,9
66,9
1999
13,7
18,9
42,2
8,0
72,5
Kaynak: Çeşitli Yıl Bütçe Gerekçeleri
Faiz ödemelerine bakıldığında, bu ödemelerin tutarının gelir üzerinden alınan vergileri aştığını görmekteyiz. Ne acıdır ki, toplam vergi gelirlerinin tamamına yakın bölümü faiz ödemelerine gitmektedir. Öyle ki, gelir üzerinden alınan vergilerin gelir dağılımındaki adaleti sağlayıcı faaliyetlerde kullanılması bir yana, bunlar, borç faizlerin ödenmesine bile kifayet etmemektedir.
Yukarıdaki tablo 11’te görüldüğü üzere, kamu harcamaları içerisinde faiz yükünün hızla artması, bir taraftan toplanan vergi gelirlerinin etkin kullanımını engellemiş, diğer taraftan da kamu kesimi borçlanma gereğinin yükselmesine yol açarak, topluma sunulan kamusal mal ve hizmetlerdeki gerilemenin en önemli nedenlerden birini oluşturmuştur.
Tablo: 12
Transfer Türlerine Göre Harcamaların Toplam Transfer İçindeki Payları (%)
Türler
Yıllar
Serm. Teşk.
İktisadi
Mali
Sosyal
Borç faizleri
Diğer Borç Ödeme
Fon Ödem.
Kamu-laştırma
Diğer-leri
Toplam
1983
32,0
4,9
6,9
12,0
16,9
22,9
-
3,8
0,7
100
1984
18,4
3,7
8,0
9,0
23,3
33,0
-
4,0
0,7
100
1985
6,9
4,1
4,0
11,4
27,2
41,9
-
3,6
0,8
100
1986
2,8
4,3
4,6
9,7
38,1
37,3
-
2,4
0,8
100
1987
7,2
5,0
3,9
8,8
38,6
32,8
-
2,6
1,1
100
1988
8,8
5,0
3,5
8,5
47,8
23,9
-
1,5
1,0
100
1989
8,0
3,0
3,6
9,8
50,4
22,9
-
1,0
1,3
100
1990
6,7
4,0
3,9
6,9
55,8
18,9
-
2,1
1,7
100
1991
21,8
5,5
4,4
4,9
45,6
15,1
-
1,2
1,5
100
1992
12.0
2.7
2.7
7.5
51.5
18.8
-
1.3
3.5
100
1993
10.2
3.9
1.6
6.2
51.2
10.3
13.3
0.8
2.5
100
1994
4.8
3.2
1.4
8.3
62.4
7.2
10.2
0.4
2.1
100
1995
5.2
3.3
2.7
12.8
59.1
7.9
6.7
0.3
2.2
100
1996
2.8
4.5
1.9
14.8
61.9
5.2
7.0
0.3
1.6
100
1997
6.5
7.4
2.0
17.7
49.3
6.3
8.4
0.5
1.9
100
1998
1.9
2.7
0.9
16.1
65.5
6.2
4.5
0.4
1.7
100
1999
3.0
2.5
0.9
17.0
61.7
7.3
5.7
0.3
1.6
100
2000*
2.5
4.1
4.7
12.4
67.5
3.2
4.4
0.4
0.9
100
Kaynak: Çeşitli Yıl Bütçe Gerekçeleri * Başlangıç Ödeneği
IV. SONUÇ
Ülkemizde gözlemlenen gelir dağılımındaki çarpıklık ve hür vicdanları yaralayan adaletsizlik, şüphesiz ki 1980 ve özellikle 1990’lı yıllarda artmıştır. Bunda, sürekli yaşana gelen enflasyonun, ücretli ve ödeme gücünden yoksun sosyal tabakalara yönelik vergi uygulamalarının, kamusal harcamaların vergi yerine yüksek faiz oranlı borçlanmalarla finanse edilir sürecine girilip bunun süreklilik kazanmasının, 1/3 oranlarına ulaşan bütçe açıklarının, sosyal güvenlik kurumlarının kendi öz kaynaklarının kurutulmasının, verimli ve yatırım harcamaları yerine verimsiz, politik ve zengin bir azınlığa gelir aktaran transfer giderlerinin öncelik kazanmasının, istikrar ve toplumsal içerikten yoksun devlet bütçelerinin ve hatta halkın geniş destek ve iradesiyle eş uyum göstermeyen iktidarlarca hazırlanıp dayatmacı bir biçimde yürürlüğe konan mali mevzuatın rolü büyüktür.
Diğer taraftan, milli gelir dağılımının 1970’li yıllara kıyasla 1980’li yıllarda eşitsizlik daha artmış ve 1990’lı yıllarda kronik bir hal almıştır. Nüfusun en zengin %20’si ile en fakir %20’si arasındaki bu fark, 2000’lere girerken hepten açılmıştır. Böylece Türkiye’de, piyasa ekonomisine yönelik liberal uygulamaların başladığı 1980’li yıllardan itibaren ekonominin küresel hayatla bütünleşme süreci, varlıklılar ile yoksullar arasındaki gelir dağılımı uçurumunu büyütmüş; 1980 sonrası izlenen makroekonomik politikalar, büyüme, istihdam ve dış ticaret konularında, inişli çıkışlı da olsa, kısmen başarılı bir performans çizerken, yüksek enflasyon ve gelir dağılımı konusunda oldukça başarısız bir görüntü sergilemiştir.
Kamu harcamaları içerisindeki sosyal nitelikli eğitim ve sağlık harcamaları, çoğunlukla yoksul olan toplumsal katmanların aile bütçeleri üzerindeki yükü hafifletmek suretiyle, bu kesimin refah düzeyini şüphesiz artırır. Bu yüzden, Sağlık ve Sosyal Yardım ile Milli Eğitim Bakanlıklarının devlet bütçesindeki nispi önemi büyüktür. Fakat uygulamaya baktığımızda, bu tür harcamaların GSMH içindeki payının sabit seyrettiğini ve hatta azaldığını görüyoruz. Sözgelimi, anılan harcamaların konsolide bütçe içerisindeki payları 1994’de %4.1 iken 1997’de %3,8’e gerilemiştir. Oysa aynı yıllarda ödenen faiz giderleri, söz konusu harcamaların 2 katını aşmaktadır.
Bilindiği gibi, dolaysız vergiler, varlıklı kesime mükellefiyet yüklemekte olup, gelir ve servet üzerinden alınırken; dolaylılar yalnız harcamaları vergilendirmektedir. Kamu gelirleri içindeki dolaysız vergilerin nispi büyüklüğü, bir bakıma, zengin kesimden orta ve fakir tabakaya doğru yapılan transfer mahiyeti taşır ve gelir dağılımındaki çarpıklığı düzeltici ve fakir ailelerin giderlerini artırıcı bir işlev üstlenir. Dolaylı olanlar ise, aksine söz konusu sosyal katmanların yaşam koşullarını daha da zorlaştırıcı ve çarpık gelir bölüşümünü hızlandırıcı niteliktedirler. Bu ise, sosyal refah harcamalarını artırmak şöyle dursun, büyük kesimlerin tüketimlerinin kısılmasına neden olur; bunun sonucunda da siftahsız dükkân kapatan tacir ve esnafın sokaklarda topluca eyleme girişmeleri ve güvenlik güçleriyle çatışmaları kaçınılmaz bir hal alır.
Mali mevzuatımızın uygulama sonuçlarına bakıldığında, geçmişten günümüze “dolaysız vergiler”le “dolaylı vergiler”in yer değiştirdiğini, 1970’li yıllarda vergi gelirleri içerisinde %60 olan “dolaysız vergiler”in payının son yıllarda %38’lere düştüğü görülür. Buna bağımlı olarak “dolaylı”, yâni harcamalar üzerinden alınan vergilerin oranı %62’lere ulaşmaktadır ki bu, Türkiye gibi istikrarsız ve devamlı kriz süreci yaşayan bir ülkede büyük çelişkidir.
İşte, bir taraftan gelir dağılımını doğrudan etkileyen eğitim ve sağlık harcamalarının nispi azalışı, diğer yandan da verginin mahiyetindeki olumsuz değişim, ister istemez gelir dağılımını yoksul sınıf aleyhine sürekli bozmaktadır.
Türkiye’de ekonomik büyümeyi esas alan, mutlak yoksulluğu giderici, göreceli yoksulluğu azaltıcı ve yoksul kesimleri ortalama refah seviyesine yaklaştıracak ekonomi, mali ve sosyal politikaların eşzamanlı ve etkin bir biçimde uygulanması zorunluluğunun kaçınılmaz olduğu tartışmasızdır.
KAYNAKLAR
Ataç, Beyhan ve Ataç,Engin “Türkiye’de 1964- 1991 Döneminde Ekonomik Açıdan Kamu Harcamaları Bileşiminin Analizi”, 3. İzmir İktisat Kongresi (4-7 Haziran, 1992), 2. Cilt, Ankara: DPT Yayınları, 1993
Kaya, Yahya Kemal; İnsan Yetiştirme Düzenimiz, Ankara, 1974
Kazgan Gülten; Türk Ekonomisine Sosyal Demokrat Çözümler, Cilt :1, İstanbul: TÜSES Vakfı, 1991
Kazgan,Gülten- Önder İzettin ve diğerleri, Türkiye’de Gelir Bölüşümü, Ankara: TOBB Yayınları, 1992
Kırbaş,Sadık; “Türk Vergi Sisteminin Sorunları ve Öneriler”, Prof. DrSalih Şanver’e Armağan, İstanbul, M.Ü.M.A.H.M. Yayın No:10, 1998
Maliye Bakanlığı Gelirler Genel Müdürlüğü, Bir Verginin Anatomisi, Ankara, 1998
Mutlu, Ayşegül; “Türkiye’de Enflasyon 0lgusu ve Enflasyonun Gelir Vergisi Üzerindeki Etkileri”, Yaklaşım Dergisi, Sayı : 21 ( Eylül-Ekim, 1994)
Neumark, Fritz; Vergi Politikası, İstanbul: Filiz Kitabevi, 1975
Nemli,Arif Gelişmekte Olan Ülkelerde Vergi Politikası, İstanbul : İ. Ü. İşletme Fakultesi Maliye Ens. Yayınları, 1979
Oyan,Oğuz; “Türkiye’de Kamu Gelirleri Sisteminde Yapı Değişimi ve Reform Gereksinimi”, 3. İzmir İktisat Kongresi (4-7 Haziran 1992), Cilt: 2, Ankara: DPT Yayınları, 1993
Önder,İzzettin; “Enflasyon Ortamında. Alınabilecek. Vergi Önlemlerinden Biri: Surtax”, Vergi Sorunları Dergisi, 1979/2
Şener, Orhan; Teori ve Uygulamada Kamu Ekonomisi, 7. b., İstanbul: Beta Yayınları, 2001
Tanzi, Vito; “The Impact of Macroeconomic Policies on the Level of Taxation (and the fiscal Balance) in Developing Contries”, IMF staff papers; Vol:36 (3), (September, 1989)
Tanzi, Vito; Inflation and the Personal.Tax: An International Perspective, New York: Cambridge University Press, 1980
TOBB, Vergi Özel İhtisas Komisyonu Raporu, Ankara: TOBB Yayınları, 1992
Şener, Orhan; Türkiye’de Optimal Kaynak Ayrımında Sapmalar (Sosyal Hizmetler Örneği), Türkiye’de Kamu Ekonomisi ve Mali Kriz, XII. Türkiye Maliye Sempozyumu (15-17 Mayıs 1997, Antalya), İstanbul: İ.Ü.İ.F. Maliye Araştırma Merkezi Yayını, 1998
Dergide
yayınlanan yazılardaki görüşler ve bu konudaki sorumluluk yazarlarına
aittir.
Ampirik veriler, değerlendirme sürecinde hakem veya hakemler tarafından
talep edilirse, yazar veya yazarlar ilgili verileri paylaşırlar.
Bu verilerin bir başka çalışmada kullanılmaması esastır.